CANI SIKILAN FİL
“ Karşı yoldan bir insan geliyor. Ama ne hızlı. Koşuyor mu? Hayır koşmuyor. Dur bakayım, bir şeye binmiş. Acaba o şeyin adı ne? Biraz hızlanıp yetişeyim şuna. “
“ Hey, insan nasılsın? “
“ İyiyim, sağ ol fil. Sen nasılsın? “
“ Ben de iyiyim. Sen neyin üstündesin şimdi? “
“ Bu mu? Bisiklet canım. İki tekerlekli bisiklet. “
“ İki tekerlekli bisiklet mi? “
“ Evet. “
“ Hayatımda ilk defa görüyorum böyle bir şey. Her neyse. Ben sana ne soracaktım ya. Hah buldum. Canım çok sıkılıyor, ne yapayım? “
“ Canın mı sıkılıyor? O zaman bisiklete bin, rahatlarsın. “
“ Bisiklete mi bineyim? Beni taşımaz ki bisiklet. “
“ Sen de taşıyanını bul. “
“ Nerden bulayım? “
“ Bul bir yerden. “
“ Bulamazsam. “
“ Bulamazsan, seni taşıyacak kocaman bir bisiklet yap. İşim acele, haydi, bana müsaade. “
Adam bisikletle giderken, fil de, koşar adım ters yöne gitmeye başladı. Ama fil arada bir durup adamın arkasından baktı. Düşündü.
“ İnsana canım sıkılıyor dedim, bisiklete bin dedi. Rahatlarmışım. Acaba canı sıkıldığı
Sponsorlu Bağlantılar
için mi bisiklete biniyor? Tüh, keşke sorsaydım. Şuna bak, ne hızlı gidiyor. Sahi iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyor, düşmüyor, hayret! ”
Fil bisikletli adama yetişti:
“ Şey, canın sıkıldığı için mi bisiklete biniyorsun? “
“ Peşimden geleceğini anlamıştım. Sen çok meraklı bir filsin. Evet, canım sıkıldı, şöyle bir tur atayım dedim. Bisiklete binmek can sıkıntısına iyi gelir. Sana boşuna mı öğüt verdim? “
“ Peki, iki tekerleğin üstünde nasıl dengede duruyorsun? “
“ Alışkanlık meselesi. Bine-ine alışıyor insan. Öğrenirken biraz zorlandım ama sonra alıştım. Şimdi basit geliyor. “
“ Ben de alışabilir miyim dersin bisiklete binmeye? “
“ Sen önce bir bisiklet sahibi ol, daha sonra bana o soruyu sor. “
“ Bisiklet su üstünde gider mi? “
“ Hayır, ne üstünde, ne altında gitmez. “
“ Uçar mı? “
“ Hayır uçmaz. “
“ O zaman ne yapar? “
“ Kaçar. “
“ Nasıl? “
“ İşte bak böyle. Sakın peşimden gelme.”
Bisikletli adam, hızını artırıp uzaklaşıp giderken, fil, adamın arkasından bakakaldı.
SON
Daha profesyonel bir site kurulumu için
8 Haziran 2016 Çarşamba
Holle Kadın Masalı
grimm kardeşler , Holle Kadın Masalı 0
by:Prayag Verma
Grimm Kardeşler
Dul bir kadının iki kızı varmış. Biri hem güzel, hem de çalışkanmış. Öteki ise hem çirkin, hem de tembelmiş; ama kendi öz kızı olduğu için kadın bunu daha çok severmiş. Evde her işi güzel kıza gördürürmüş. Zavallı kızcağız her gün sokakta bir kuyunun başında oturup bez dokurmuş. Hem de o kadar çok çalışırmış ki, parmaklarından kan fışkırırmış.
Günün birinde iplik sardığı makara kan içinde kalmış. Bunun üzerine kız kuyuya eğilerek makarayı yıkamak istemiş. fakat makara elinden kayıp kuyuya düşmüş.
Kızcağız ağlaya ağlaya üvey annesine koşmuş. Başına gelen kazayı anlatmış. Kadın çocuğu adamakıllı azarlamış, sonra da çocuğa hiç acımadan:
- Makarayı kuyuya nasıl düşürdünse öyle alıp getireceksin. Sonra karışmam ha... diye bağırmış.
Bunun üzerine kız kuyunun başına dönmüş ama ne yapacağını bilmiyormuş. Makarayı almak için "ne olursa olsun" diye kuyuya atlamış. Atlamış ama aklı başında değilmiş. Az sonra uyandığında, kendini güzel bir çayırlıkta bulmuş.
Güneş parıldıyor, çevrede binlerce çiçek görünüyormuş. Yolda karşısına bir fırın çıkmış. Fırının içi ekmekle doluymuş. Ekmek kıza seslenmiş:
- Ne olursun beni fırından çıkar, beni fırından çıkar; yoksa yanacağım, çoktan piştim ben...
Kız fırına yaklaşmış, ekmeklerin hepsini kürekle birer birer dışarı çıkarmış. Sonra yoluna gitmiş. Karşısına bir ağaç çıkmış; ağacın üzerinde pıtrak gibi elmalar sallanıyormuş, ağaç kıza seslenmiş:
- Beni silkele, beni silkele... Biz elmalar hep olduk!..
Kız ağacı sallamış, elmalar, yağmur taneleri gibi yere dökülmüşler. Kız ağacın üzerinde hiç elma kalmayıncaya kadar silkelemiş. Elmaları bir araya toplayarak koca bir yığın yapmış, sonra yine yola koyulmuş..
Sonunda küçük bir eve varmış. Penceresinden bir kocakarı bakıyormuş. Kadının dişleri pek iriymiş. Bunları görünce kızın içine korku girmiş. Oradan kaçmak istemiş. Fakat yaşlı kadın arkasından seslenmiş:
- Sevgili çocuk, neden korkuyorsun? Gel burda kal; evin bütün işlerini güzelce yaparsan sana bir kötülüğüm dokunmaz. En çok dikkat edeceğin şey yatağımı güzel düzeltmek, iyice silkelemektir. Bunu yapınca yatağın içindeki kuş tüyleri uçar. İşte o zaman yeryüzüne kar yağar. Benim adım Holle Kadın'dır.
Kocakarı böyle tatlı tatlı konuşunca kızın içi ferahlamış; orada kalmaya karar vermiş. İçeri girerek işine başlamış. Evin her işini seve seve yapıyormuş, yatağı her zaman o kadar güçlü silkeliyormuş ki, tüyler kar parçaları gibi uçuyorlarmış. Bu yüzden kadının evinde rahat bir yaşam geçiriyor, kötü söz işitmiyor, her gün kızartmalar, kebaplar yiyormuş.
Küçük kız uzun zaman Holle Kadın'ın yanında kalmış; fakat içinde hep bir üzüntü duyuyor, bunun nedenini kendisi de bilmiyormuş. Sonunda bunun farkına varmış; yurdunu özlemişmiş. Her ne kadar buradaki yaşamı kendi evindekinden bin kat daha iyi geçiyormuşsa da, o yine evine dönmek
Sponsorlu Bağlantılar
istiyormuş. Bir gün dayanamamış, Kocakarı'ya demiş ki:
- Evimi çok göreceğim geldi. Bu ayrılık acısına dayanamıyorum. Burada, yerin altında geçen yaşamım çok iyi ama artık daha fazla kalamayacağım. Yine yukarıya dönmek istiyorum.
Holle Kadın:
- Evine dönmek isteyişin hoşuma gitti. Bugüne kadar bana çok iyi hizmet ettiğin için, seni ben kendi elimle yukarı çıkaracağım, demiş.
Kızı elinden tutmuş; büyük bir kapıya doğru götürmüş. Kapı açılmış. Kız tam kapının altına geldiği zaman güçlü bir altın yağmuru başlamış. Durduğu yerle annesinin evi arasında çok az aralık varmış. Kız evin bahçesine girdiği zaman horoz kuyunun üzerine çıkmış, ötmeye başlamış.
- Ö ö rö ö, altından küçük bayanımız yine geldi!
Kız eve girmiş, annesinin yanına gitmiş. Her yanı altınla kaplı olduğu için kendisini hem annesi, hem üvey kız kardeşi güleryüzle karşılamışlar.
Kız başına gelenleri bir bir anlatmış. Annesi, bu altınların nasıl elde edildiğini öğrenince çirkin, tembel kızına da bunları kazandırmak istemiş. bu kızını da kuyunun başına oturtarak bez dokutmaya başlamış. Makarasının kana bulanması için kız parmağına iğne batırmış. Elini dikenli çitlere vurmuş. Sonra makarayı kuyuya atmış. Arkasından da kendisi atlamış. Öbür kız gibi kendini bir çayırda bulmuş. Aynı yoldan yürümeye başlamış. Fırına vardığı zaman ekmek yine bağırmış:
- Ne olursun beni dışarı çıkar, beni dışarı çıkar, yoksa yanacağım. Çoktan piştim ben!..
Fakat tembel kız:
- Doğrusu üstümü başımı kirletmeye vaktim yok!.. demiş yoluna gitmiş. Az sonra elma ağacının yanına varmış. Ağaç seslenmiş:
- Ne olursun, beni silkele, kuzum beni silkele... Biz elmalar hep olduk!
Kız:
- Ya... çok bilmişsin... seni silkeleyim de kafama elmalar düşsün değil mi? demiş; geçip gitmiş.
Holle Kadın'ın evine vardığı zaman hiç korkmamış. Çünkü onun koca dişlerini önceden duymuşmuş. Hemen kadının hizmetine girmiş. İlk gün çok çalışmış. Holle Kadın'ın her dediğini yapmış. Kocakarının kendisine vereceği altınları düşünüyormuş. Fakat ikinci gün tembelliğe, işleri başından savmaya başlamış. Üçüncü gün bu tembellik bir kat daha artmış. Sabah bir türlü yatağından kalkmak istemiyormuş. Tembel kız Holle Kadın'ın yatağını da yapmıyormuş. Bu yüzden tüyler de uçuşmuyormuş. Çok geçmeden bu durum Holle Kadın'ı kızdırmış. Kızı işinden çıkarmış.
Tembel kız buna seviniyormuş. Altın yağmurunun yağacağını umuyormuş. Holle Kadın onu da büyük kapıya kadar götürmüş. Fakat kız kapının altına gelince altın yerine kocaman bir kazan dolusu zift başından aşağı boşalmış.
Holle Kadın:
İşte bu da senin hizmetlerinin ödülü!... demiş. Kapıyı kapamış. Tembel kız eve dönmüş. Her yanı zifte bulanıkmış. Yine kuyunun başında duran horoz kızı görünce:
- Ö ö rö ö, pasaklı küçük bayanımız yine geldi diye ötmeye başlamış. Kıza bulaşan bu zift ömrü oldukça üzerinde kalmış.
Dul bir kadının iki kızı varmış. Biri hem güzel, hem de çalışkanmış. Öteki ise hem çirkin, hem de tembelmiş; ama kendi öz kızı olduğu için kadın bunu daha çok severmiş. Evde her işi güzel kıza gördürürmüş. Zavallı kızcağız her gün sokakta bir kuyunun başında oturup bez dokurmuş. Hem de o kadar çok çalışırmış ki, parmaklarından kan fışkırırmış.
Günün birinde iplik sardığı makara kan içinde kalmış. Bunun üzerine kız kuyuya eğilerek makarayı yıkamak istemiş. fakat makara elinden kayıp kuyuya düşmüş.
Kızcağız ağlaya ağlaya üvey annesine koşmuş. Başına gelen kazayı anlatmış. Kadın çocuğu adamakıllı azarlamış, sonra da çocuğa hiç acımadan:
- Makarayı kuyuya nasıl düşürdünse öyle alıp getireceksin. Sonra karışmam ha... diye bağırmış.
Bunun üzerine kız kuyunun başına dönmüş ama ne yapacağını bilmiyormuş. Makarayı almak için "ne olursa olsun" diye kuyuya atlamış. Atlamış ama aklı başında değilmiş. Az sonra uyandığında, kendini güzel bir çayırlıkta bulmuş.
Güneş parıldıyor, çevrede binlerce çiçek görünüyormuş. Yolda karşısına bir fırın çıkmış. Fırının içi ekmekle doluymuş. Ekmek kıza seslenmiş:
- Ne olursun beni fırından çıkar, beni fırından çıkar; yoksa yanacağım, çoktan piştim ben...
Kız fırına yaklaşmış, ekmeklerin hepsini kürekle birer birer dışarı çıkarmış. Sonra yoluna gitmiş. Karşısına bir ağaç çıkmış; ağacın üzerinde pıtrak gibi elmalar sallanıyormuş, ağaç kıza seslenmiş:
- Beni silkele, beni silkele... Biz elmalar hep olduk!..
Kız ağacı sallamış, elmalar, yağmur taneleri gibi yere dökülmüşler. Kız ağacın üzerinde hiç elma kalmayıncaya kadar silkelemiş. Elmaları bir araya toplayarak koca bir yığın yapmış, sonra yine yola koyulmuş..
Sonunda küçük bir eve varmış. Penceresinden bir kocakarı bakıyormuş. Kadının dişleri pek iriymiş. Bunları görünce kızın içine korku girmiş. Oradan kaçmak istemiş. Fakat yaşlı kadın arkasından seslenmiş:
- Sevgili çocuk, neden korkuyorsun? Gel burda kal; evin bütün işlerini güzelce yaparsan sana bir kötülüğüm dokunmaz. En çok dikkat edeceğin şey yatağımı güzel düzeltmek, iyice silkelemektir. Bunu yapınca yatağın içindeki kuş tüyleri uçar. İşte o zaman yeryüzüne kar yağar. Benim adım Holle Kadın'dır.
Kocakarı böyle tatlı tatlı konuşunca kızın içi ferahlamış; orada kalmaya karar vermiş. İçeri girerek işine başlamış. Evin her işini seve seve yapıyormuş, yatağı her zaman o kadar güçlü silkeliyormuş ki, tüyler kar parçaları gibi uçuyorlarmış. Bu yüzden kadının evinde rahat bir yaşam geçiriyor, kötü söz işitmiyor, her gün kızartmalar, kebaplar yiyormuş.
Küçük kız uzun zaman Holle Kadın'ın yanında kalmış; fakat içinde hep bir üzüntü duyuyor, bunun nedenini kendisi de bilmiyormuş. Sonunda bunun farkına varmış; yurdunu özlemişmiş. Her ne kadar buradaki yaşamı kendi evindekinden bin kat daha iyi geçiyormuşsa da, o yine evine dönmek
Sponsorlu Bağlantılar
istiyormuş. Bir gün dayanamamış, Kocakarı'ya demiş ki:
- Evimi çok göreceğim geldi. Bu ayrılık acısına dayanamıyorum. Burada, yerin altında geçen yaşamım çok iyi ama artık daha fazla kalamayacağım. Yine yukarıya dönmek istiyorum.
Holle Kadın:
- Evine dönmek isteyişin hoşuma gitti. Bugüne kadar bana çok iyi hizmet ettiğin için, seni ben kendi elimle yukarı çıkaracağım, demiş.
Kızı elinden tutmuş; büyük bir kapıya doğru götürmüş. Kapı açılmış. Kız tam kapının altına geldiği zaman güçlü bir altın yağmuru başlamış. Durduğu yerle annesinin evi arasında çok az aralık varmış. Kız evin bahçesine girdiği zaman horoz kuyunun üzerine çıkmış, ötmeye başlamış.
- Ö ö rö ö, altından küçük bayanımız yine geldi!
Kız eve girmiş, annesinin yanına gitmiş. Her yanı altınla kaplı olduğu için kendisini hem annesi, hem üvey kız kardeşi güleryüzle karşılamışlar.
Kız başına gelenleri bir bir anlatmış. Annesi, bu altınların nasıl elde edildiğini öğrenince çirkin, tembel kızına da bunları kazandırmak istemiş. bu kızını da kuyunun başına oturtarak bez dokutmaya başlamış. Makarasının kana bulanması için kız parmağına iğne batırmış. Elini dikenli çitlere vurmuş. Sonra makarayı kuyuya atmış. Arkasından da kendisi atlamış. Öbür kız gibi kendini bir çayırda bulmuş. Aynı yoldan yürümeye başlamış. Fırına vardığı zaman ekmek yine bağırmış:
- Ne olursun beni dışarı çıkar, beni dışarı çıkar, yoksa yanacağım. Çoktan piştim ben!..
Fakat tembel kız:
- Doğrusu üstümü başımı kirletmeye vaktim yok!.. demiş yoluna gitmiş. Az sonra elma ağacının yanına varmış. Ağaç seslenmiş:
- Ne olursun, beni silkele, kuzum beni silkele... Biz elmalar hep olduk!
Kız:
- Ya... çok bilmişsin... seni silkeleyim de kafama elmalar düşsün değil mi? demiş; geçip gitmiş.
Holle Kadın'ın evine vardığı zaman hiç korkmamış. Çünkü onun koca dişlerini önceden duymuşmuş. Hemen kadının hizmetine girmiş. İlk gün çok çalışmış. Holle Kadın'ın her dediğini yapmış. Kocakarının kendisine vereceği altınları düşünüyormuş. Fakat ikinci gün tembelliğe, işleri başından savmaya başlamış. Üçüncü gün bu tembellik bir kat daha artmış. Sabah bir türlü yatağından kalkmak istemiyormuş. Tembel kız Holle Kadın'ın yatağını da yapmıyormuş. Bu yüzden tüyler de uçuşmuyormuş. Çok geçmeden bu durum Holle Kadın'ı kızdırmış. Kızı işinden çıkarmış.
Tembel kız buna seviniyormuş. Altın yağmurunun yağacağını umuyormuş. Holle Kadın onu da büyük kapıya kadar götürmüş. Fakat kız kapının altına gelince altın yerine kocaman bir kazan dolusu zift başından aşağı boşalmış.
Holle Kadın:
İşte bu da senin hizmetlerinin ödülü!... demiş. Kapıyı kapamış. Tembel kız eve dönmüş. Her yanı zifte bulanıkmış. Yine kuyunun başında duran horoz kızı görünce:
- Ö ö rö ö, pasaklı küçük bayanımız yine geldi diye ötmeye başlamış. Kıza bulaşan bu zift ömrü oldukça üzerinde kalmış.
İki Pamuk Nine Masalı
İki Pamuk , Nine Masalı 0
by:Prayag Verma
Üç katlı ahşap ev sokağın tam köşesindeydi. Gelip geçerken pencerenin birinde hep bir beyaz baş görürdüm. Bu beyaz baş dediğim, saçları kırlaşmış kadın başıydı. Bazen beyaz başlar ikileşirdi. Onlar herhalde seksenlik vardır diye düşünürdüm.
Yıl 1945. Hakkı Paşa, paşa olup da Bursa’ya tayini çıkınca, üç katlı bir konak yaptırmış. Kızları Neveser ve Kevser o zamanlar birer genç kız, birer huri. Kızların güzelliği Bursa’yı aydınlatsın diye, Hakkı Paşa yalının 40 odasında 40’ar lamba yaktırırmış geceleri. Ne genç subaylar, ne genç hakimler istemişler Hakkı Paşa’dan kızlarını da kızlar, onun kaşı kalın, şunun gözü büyük, bunun boyu kısa diye evlenme tekliflerini kabul
Sponsorlu Bağlantılar
etmemişler.
Kızların yaşı 30’u geçmiş, Hakkı Paşa öbür dünyaya göç etmiş, kalmışlar kızlar analarıyla birlikte paşa babalarının emekli maaşına. 40 odada yanan 40’ar lamba eder 1600 lambanın çoğu sönmüş. 40 odada 40 lamba yani her odada yanan bir lamba kalmış. Kızların yaşı 40’ı geçince, anaları vefat edince, kızlar şimdi oturdukları o tek odada tek lamba yakar olmuşlar. Geçen yıllar kızları yaşlandırmış, saçlarını kırlaştırmış, birbirleriyle hep eski günleri anar hale getirmiş. Şimdiye kadar hep iyilik düşünen, kimsenin kalbini kırmayan iki pamuk nine. Sizlerin hikâyesi dilden dile, gönülden gönüle dolaşacak. Bunu istemiyor muydunuz?
Yazan: Serdar Yıldırım
Yıl 1945. Hakkı Paşa, paşa olup da Bursa’ya tayini çıkınca, üç katlı bir konak yaptırmış. Kızları Neveser ve Kevser o zamanlar birer genç kız, birer huri. Kızların güzelliği Bursa’yı aydınlatsın diye, Hakkı Paşa yalının 40 odasında 40’ar lamba yaktırırmış geceleri. Ne genç subaylar, ne genç hakimler istemişler Hakkı Paşa’dan kızlarını da kızlar, onun kaşı kalın, şunun gözü büyük, bunun boyu kısa diye evlenme tekliflerini kabul
Sponsorlu Bağlantılar
etmemişler.
Kızların yaşı 30’u geçmiş, Hakkı Paşa öbür dünyaya göç etmiş, kalmışlar kızlar analarıyla birlikte paşa babalarının emekli maaşına. 40 odada yanan 40’ar lamba eder 1600 lambanın çoğu sönmüş. 40 odada 40 lamba yani her odada yanan bir lamba kalmış. Kızların yaşı 40’ı geçince, anaları vefat edince, kızlar şimdi oturdukları o tek odada tek lamba yakar olmuşlar. Geçen yıllar kızları yaşlandırmış, saçlarını kırlaştırmış, birbirleriyle hep eski günleri anar hale getirmiş. Şimdiye kadar hep iyilik düşünen, kimsenin kalbini kırmayan iki pamuk nine. Sizlerin hikâyesi dilden dile, gönülden gönüle dolaşacak. Bunu istemiyor muydunuz?
Yazan: Serdar Yıldırım
Gezgin Şehmuz İle Fakir Padişah Masalı
Fakir Padişah Masalı , Gezgin , İle , Şehmuz 0
by:Prayag Verma
Gezgin Şehmuz geze geze yoklar, yoksulluklar ülkesine varmış. Gezdikçe, insanların nasıl bu kadar yoksul olduklarına şaşırıp kalmış. Giydikleri elbiseler eski, yamalı, yırtık pırtıkmış. Ayaklarında ise, birer tahta çarık, yalınayak dolaşanlar bile varmış. Köyler, kasabalar ve şehirlerdeki evler tek katlı, ahşap yapılarmış. Tarlalar, bağlar, bahçeler belirli yerlerde bulunuyor, fakat ülkenin genişliğine oranla az yer kaplıyormuş. Başkente gitmiş. Padişahın sarayının nerede olduğunu sormuş. İlerde, ağaçlar arasında demişler. Ağaçlığın kenarında atından inmiş.Ağaçların arasından yürümüş, sonunda yolu geniş bir düzlüğe çıkmış. Bakınmış ortada iki katlı ahşap bir evden başka bina görememiş. Ahşap binanın çevresinde beş altı kişi, ellerinde kazmalarla toprağı kazıyorlar, ekim - dikim işiyle uğraşıyorlarmış. Yanlarına yaklaşmış:
“ Kusura kalmayın ağalar, sarayı burada diye tarif ettiler. Acaba yanlış mı geldim? “ diye sormuş.
“ Doğru gelmişsin, beyim!..Bizim padişahın sarayı işte burası. “ demiş köylülerden birisi ve eliyle iki katlı ahşap yapıyı işaret etmiş.
Gezgin Şehmuz, iliklerine kadar titrediğini hissetmiş. Koca bir ülkenin padişahı, nasıl olur da bu eski binada hüküm sürer?..Aklına, hayallerine sığdıramamış. Başı dönmüş, bakışları bulanmış, olduğu yere çöküvermiş. Az biraz dinlendikten sonra, başını elleri arasına almış, düşünceye dalmış. ‘ Vah bana, vahlar bana. Nasıl oldu da düşünemedim? Onca yoksulluk varken, bu yoksulluğu yöneten padişahın da yoksul olacağını, fakir padişah olacağını. Çok yerler gördüm, çok insanlar tanıdım. Demek ki, tecrübe de bazı durumlarda pek işe yaramazmış.Neyse, kalk bakalım, Şehmuz.Gidelim, görelim şu fakir padişahı, yoksulluğunun derecesini ölçelim. ‘ Etrafında toplananlara:
“ Yok bir şeyim.Yorgunluktan herhalde başım döndü. Padişahınızla görüşmek isterim.Gezgin Şehmuz geldi deyin kendisine.“ demiş.Oradakiler, sevinçle birbirlerine bakınmışlar.İçlerinden birisi dönmüş. Koşarak, padişaha haber vermeye gitmiş.
Gezgin Şehmuz, biraz sonra padişahın odasına girmiş. Orta yaşlı padişah, kendisini ayakta karşılamış, gülerek:
“ Hoş geldin!..Sefalar getirdin. Demek Gezgin Şehmuz sensin. Yıllardır hakkında anlatılanları can kulağıyla dinlerim.Gittiğin yerlere hareket, bereket getirirmişsin.Bilgine,sözüne,sohbetine doyulmazmış. Ben seni daha yaşlı zannederdim; pek gençmişsin. “
“ Hoş bulduk, padişah hazretleri. Hakkın ihsanları üzerinize olsun efendim. On beş yaşlarında ilk gezilerimize başladık, bir o kadarı da, yollarda geçti. Yıllar yollarda kaçar, yollarda yılları kovalar dururum. Gezerim, dolaşırım, sorarım, öğrenirim. Öğrendiklerimi, bilmeyenlere öğretirim. Bilgiyi bilen yerlerden, bilgiyi bilmeyen yerlere bilgi taşırım. Benim yaptığıma bir nevi bilgi hamallığı denebilir. “
“ Doğru dersin Şehmuz, öğretenin olmadığı yerde bilginin varlığı bilinmiyor, hiçbir şey de öğrenilemiyor. Neyse, yorgunsundur. Buyur, geç otur şöyle, rahatına bak..” diyerek padişah,
Şehmuz’a tahta bir sandalye uzatmış, kendisi de başka bir sandalyeye oturmuş.
“ Şehmuz, sanırım buraya gelene kadar ülkemin birçok kasabasını, köyünü görmüşsündür. Halkımın çok yoksul oluşu, şehirlerde tüccar bulunmayışı, toprakların büyük kısmının verimsiz oluşu mutlaka dikkatini çekmiştir. Yabancı ülke tüccarları gelmezler benim ülkeme. Mal getirseler kime satacaklar? Halkım kendi karnını doyuramazken elbise mi, ayakkabı mı
düşünecek. O boş gördüğün topraklarda çok denemeler yaptık, her türlü ürünü yetiştirmeyi denedik. Sonuç sıfır…”
“ Değerli padişahım. Arazilerinizin büyük kısmı killi toprak tabir edilen cinsten.Killi topraklar geçirimsiz topraklardır. Bu toprağa dikilen nebatların kökleri hava ile temas edemez. Yağan yağmur suları bitkinin köklerine ulaşamaz. Hava ve su olmayınca da bitkiler yaşayamaz. Ülkeniz topraklarının verimli olan küçük bir bölümü kumlu topraklardır. Kumlu topraklar, bazı
Sponsorlu Bağlantılar
sebze ve meyvelerin yetişmesine elverişlidir. Fakat, kum oranı biraz fazlacadır. Uygun yerlerde killi toprakları kumlu topraklarla karıştıralım. Bu karışım gübre ile desteklenirse humuslu toprak oluşur. Humuslu topraklar verimli topraklardır. Bol ürün elde edilir. Ayrıca suni göletler yapılırsa, buralarda balık nesli çoğaltılabilir. Ülke insanlarının et ve protein ihtiyacı karşılanabilir. Zamanla ihtiyaç fazlası ürünler ve balıklar komşu ülkelere satılıp para bile kazanılabilir. “
Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını dikkatle dinleyen padişah:
“Aman be Şehmuz,yeter ki kendimizi doyuralım, para kazanması eksik kalsın.Duymadığımız, bilmediğimiz nice şeyler söylersin. Ağzından bal akar. Demek ziraat işlerinde böylesine metotlar geliştirilmiş. İki yarımın toplamı bir değil, dört edermiş, beş edermiş demek ki. Hiç vakit kaybetmeye gelmez. Şehirlerden, kasabalardan, köylerden temsilciler gelsin. Burada yapmaları gerekenleri öğrensinler. Öğrendiklerini gittikleri yerlerde öğretsinler. Şu andan itibaren ülkemde genel tarım seferberliğini başlatıyorum. “ demiş.
Ekim-dikim işlerinin başladığı günlerde, Gezgin Şehmuz’un gelişi, fakir ülke için büyük bir şans olmuş. Herkes, Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Bilenler, bilmeyenlere anlatmış. Günlerce, haftalarca arabalarla kumlu toprak taşınmış. Yumuşak bir toprak çeşidi olan killi toprakla karıştırılmış. Hazırlanan tarlalar sürülmüş, gübrelenmiş, tohumlar atılmış. Su kanalları açılmış. Tarlalar sulanmış. Sonbahar yağmurları toprağın sulanma işine kesin çözüm getirmiş. Ekim-dikim işleri bittikten sonra uygun yerlerde suni göletler hazırlanmış. Buralarda balık yetiştirilmeye başlanmış. Aradan zaman geçmiş. Ülkenin birçok yerinde başaklar boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya başlamış. Herkes, sevinç içindeymiş. Sebzeler ve meyveler toplanmış. Ambarlar ürünle dolmuş. Büyük ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda, çimenlerde otlamışlar. Eskiden, zayıflıktan kemikleri sayılacak halde olan hayvanlar gelişmişler, semizleşmişler.
Ertesi yıl, tarım yapılan topraklar daha da genişletilmiş. Tarlalara yeni tarlalar katılmış. Kendilerine yetecek kadar yiyecek yiyen fakir ülkenin insanları daha bir hırsla, azimle işlerine sarılmışlar. Çok çalışmışlar. Hasat mevsiminden sonra ürün fazlasını elbise, ayakkabı, kumaş, ev eşyası gibi acil ihtiyaçlar karşılığında komşu ülkelerle takas etmişler. Önceleri bu ülkenin adını bile anmayan yabancı tüccarlar gelir, gider olmuşlar. Ticaret gelişmeye başlamış.
Daha ertesi yıl ürün bol olmuş. Elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını karşılayan halk, ürünlerini parayla satmışlar. Eski ahşap evler yıkılıp, yerine taştan, tuğladan, sağlam, iki üç katlı evler yaptırmaya başlamışlar. Padişah ise, iki katlı ahşap sarayının tam karşısına büyük bir saray yaptırmış. Bu saraya taşınmış. Eski saray Gezgin Şehmuz’un ricası üzerine yıktırılmamış. Kapısına büyükçe bir levha asılmış. Levhaya Gezgin Şehmuz’un şu sözleri yazılmış.
“ Yok vardır. Var yoktadır. Önemli olan, yoktan varı ayırıp çekip almaktır. Yok bir tanedir. Bir yok, iki yok olmaz. Var yoktan ayrılırsa çoğalır: İki olur, üç olur, beş olur…Yok varın gelişmesini önler, hapseder. Var yokun yokluğunda var olur, varlık olur. “
Gezgin Şehmuz, üç yıldır bu ülkede olduğunu, ülkede yaşayan insanlara biraz olsun yardımcı olabildiyse kendisini bahtiyar ve mutlu hissedeceğini; öğrenme, inceleme, araştırma ile çıkar gözetmeksizin çok çalışmanın toplumları kalkındıracağını söyleyerek, padişahtan gitmek için izin istemiş. Padişah ve halk, her şeylerini borçlu oldukları, yoksulluğu yok eden bu değerli adamın kalması için fazla ısrar etmemişler. Biliyorlardı ki , O, bir gezgindir. Yardıma, öğrenmeye ihtiyaçları olan başkaları da bulunabilir. Gezgin Şehmuz padişah ile vedalaşıp saraydan ayrıldıktan sonra, padişah gözyaşlarını tutamamış. Evet…Bir padişah ağlıyormuş.
Yazan: Serdar Yıldırım
“ Kusura kalmayın ağalar, sarayı burada diye tarif ettiler. Acaba yanlış mı geldim? “ diye sormuş.
“ Doğru gelmişsin, beyim!..Bizim padişahın sarayı işte burası. “ demiş köylülerden birisi ve eliyle iki katlı ahşap yapıyı işaret etmiş.
Gezgin Şehmuz, iliklerine kadar titrediğini hissetmiş. Koca bir ülkenin padişahı, nasıl olur da bu eski binada hüküm sürer?..Aklına, hayallerine sığdıramamış. Başı dönmüş, bakışları bulanmış, olduğu yere çöküvermiş. Az biraz dinlendikten sonra, başını elleri arasına almış, düşünceye dalmış. ‘ Vah bana, vahlar bana. Nasıl oldu da düşünemedim? Onca yoksulluk varken, bu yoksulluğu yöneten padişahın da yoksul olacağını, fakir padişah olacağını. Çok yerler gördüm, çok insanlar tanıdım. Demek ki, tecrübe de bazı durumlarda pek işe yaramazmış.Neyse, kalk bakalım, Şehmuz.Gidelim, görelim şu fakir padişahı, yoksulluğunun derecesini ölçelim. ‘ Etrafında toplananlara:
“ Yok bir şeyim.Yorgunluktan herhalde başım döndü. Padişahınızla görüşmek isterim.Gezgin Şehmuz geldi deyin kendisine.“ demiş.Oradakiler, sevinçle birbirlerine bakınmışlar.İçlerinden birisi dönmüş. Koşarak, padişaha haber vermeye gitmiş.
Gezgin Şehmuz, biraz sonra padişahın odasına girmiş. Orta yaşlı padişah, kendisini ayakta karşılamış, gülerek:
“ Hoş geldin!..Sefalar getirdin. Demek Gezgin Şehmuz sensin. Yıllardır hakkında anlatılanları can kulağıyla dinlerim.Gittiğin yerlere hareket, bereket getirirmişsin.Bilgine,sözüne,sohbetine doyulmazmış. Ben seni daha yaşlı zannederdim; pek gençmişsin. “
“ Hoş bulduk, padişah hazretleri. Hakkın ihsanları üzerinize olsun efendim. On beş yaşlarında ilk gezilerimize başladık, bir o kadarı da, yollarda geçti. Yıllar yollarda kaçar, yollarda yılları kovalar dururum. Gezerim, dolaşırım, sorarım, öğrenirim. Öğrendiklerimi, bilmeyenlere öğretirim. Bilgiyi bilen yerlerden, bilgiyi bilmeyen yerlere bilgi taşırım. Benim yaptığıma bir nevi bilgi hamallığı denebilir. “
“ Doğru dersin Şehmuz, öğretenin olmadığı yerde bilginin varlığı bilinmiyor, hiçbir şey de öğrenilemiyor. Neyse, yorgunsundur. Buyur, geç otur şöyle, rahatına bak..” diyerek padişah,
Şehmuz’a tahta bir sandalye uzatmış, kendisi de başka bir sandalyeye oturmuş.
“ Şehmuz, sanırım buraya gelene kadar ülkemin birçok kasabasını, köyünü görmüşsündür. Halkımın çok yoksul oluşu, şehirlerde tüccar bulunmayışı, toprakların büyük kısmının verimsiz oluşu mutlaka dikkatini çekmiştir. Yabancı ülke tüccarları gelmezler benim ülkeme. Mal getirseler kime satacaklar? Halkım kendi karnını doyuramazken elbise mi, ayakkabı mı
düşünecek. O boş gördüğün topraklarda çok denemeler yaptık, her türlü ürünü yetiştirmeyi denedik. Sonuç sıfır…”
“ Değerli padişahım. Arazilerinizin büyük kısmı killi toprak tabir edilen cinsten.Killi topraklar geçirimsiz topraklardır. Bu toprağa dikilen nebatların kökleri hava ile temas edemez. Yağan yağmur suları bitkinin köklerine ulaşamaz. Hava ve su olmayınca da bitkiler yaşayamaz. Ülkeniz topraklarının verimli olan küçük bir bölümü kumlu topraklardır. Kumlu topraklar, bazı
Sponsorlu Bağlantılar
sebze ve meyvelerin yetişmesine elverişlidir. Fakat, kum oranı biraz fazlacadır. Uygun yerlerde killi toprakları kumlu topraklarla karıştıralım. Bu karışım gübre ile desteklenirse humuslu toprak oluşur. Humuslu topraklar verimli topraklardır. Bol ürün elde edilir. Ayrıca suni göletler yapılırsa, buralarda balık nesli çoğaltılabilir. Ülke insanlarının et ve protein ihtiyacı karşılanabilir. Zamanla ihtiyaç fazlası ürünler ve balıklar komşu ülkelere satılıp para bile kazanılabilir. “
Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını dikkatle dinleyen padişah:
“Aman be Şehmuz,yeter ki kendimizi doyuralım, para kazanması eksik kalsın.Duymadığımız, bilmediğimiz nice şeyler söylersin. Ağzından bal akar. Demek ziraat işlerinde böylesine metotlar geliştirilmiş. İki yarımın toplamı bir değil, dört edermiş, beş edermiş demek ki. Hiç vakit kaybetmeye gelmez. Şehirlerden, kasabalardan, köylerden temsilciler gelsin. Burada yapmaları gerekenleri öğrensinler. Öğrendiklerini gittikleri yerlerde öğretsinler. Şu andan itibaren ülkemde genel tarım seferberliğini başlatıyorum. “ demiş.
Ekim-dikim işlerinin başladığı günlerde, Gezgin Şehmuz’un gelişi, fakir ülke için büyük bir şans olmuş. Herkes, Gezgin Şehmuz’un anlattıklarını can kulağı ile dinlemiş. Bilenler, bilmeyenlere anlatmış. Günlerce, haftalarca arabalarla kumlu toprak taşınmış. Yumuşak bir toprak çeşidi olan killi toprakla karıştırılmış. Hazırlanan tarlalar sürülmüş, gübrelenmiş, tohumlar atılmış. Su kanalları açılmış. Tarlalar sulanmış. Sonbahar yağmurları toprağın sulanma işine kesin çözüm getirmiş. Ekim-dikim işleri bittikten sonra uygun yerlerde suni göletler hazırlanmış. Buralarda balık yetiştirilmeye başlanmış. Aradan zaman geçmiş. Ülkenin birçok yerinde başaklar boy atmaya, sebzeler olgunlaşmaya başlamış. Herkes, sevinç içindeymiş. Sebzeler ve meyveler toplanmış. Ambarlar ürünle dolmuş. Büyük ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda, çimenlerde otlamışlar. Eskiden, zayıflıktan kemikleri sayılacak halde olan hayvanlar gelişmişler, semizleşmişler.
Ertesi yıl, tarım yapılan topraklar daha da genişletilmiş. Tarlalara yeni tarlalar katılmış. Kendilerine yetecek kadar yiyecek yiyen fakir ülkenin insanları daha bir hırsla, azimle işlerine sarılmışlar. Çok çalışmışlar. Hasat mevsiminden sonra ürün fazlasını elbise, ayakkabı, kumaş, ev eşyası gibi acil ihtiyaçlar karşılığında komşu ülkelerle takas etmişler. Önceleri bu ülkenin adını bile anmayan yabancı tüccarlar gelir, gider olmuşlar. Ticaret gelişmeye başlamış.
Daha ertesi yıl ürün bol olmuş. Elbise, ayakkabı gibi ihtiyaçlarını karşılayan halk, ürünlerini parayla satmışlar. Eski ahşap evler yıkılıp, yerine taştan, tuğladan, sağlam, iki üç katlı evler yaptırmaya başlamışlar. Padişah ise, iki katlı ahşap sarayının tam karşısına büyük bir saray yaptırmış. Bu saraya taşınmış. Eski saray Gezgin Şehmuz’un ricası üzerine yıktırılmamış. Kapısına büyükçe bir levha asılmış. Levhaya Gezgin Şehmuz’un şu sözleri yazılmış.
“ Yok vardır. Var yoktadır. Önemli olan, yoktan varı ayırıp çekip almaktır. Yok bir tanedir. Bir yok, iki yok olmaz. Var yoktan ayrılırsa çoğalır: İki olur, üç olur, beş olur…Yok varın gelişmesini önler, hapseder. Var yokun yokluğunda var olur, varlık olur. “
Gezgin Şehmuz, üç yıldır bu ülkede olduğunu, ülkede yaşayan insanlara biraz olsun yardımcı olabildiyse kendisini bahtiyar ve mutlu hissedeceğini; öğrenme, inceleme, araştırma ile çıkar gözetmeksizin çok çalışmanın toplumları kalkındıracağını söyleyerek, padişahtan gitmek için izin istemiş. Padişah ve halk, her şeylerini borçlu oldukları, yoksulluğu yok eden bu değerli adamın kalması için fazla ısrar etmemişler. Biliyorlardı ki , O, bir gezgindir. Yardıma, öğrenmeye ihtiyaçları olan başkaları da bulunabilir. Gezgin Şehmuz padişah ile vedalaşıp saraydan ayrıldıktan sonra, padişah gözyaşlarını tutamamış. Evet…Bir padişah ağlıyormuş.
Yazan: Serdar Yıldırım
Ak Benekli Masalı
Ak , benekli , Masalı 0
by:Prayag Verma
Çoban Ali her gün erkenden kalkar, koyunlarını otlatmaya giderdi. O sabah da şafak sökmeden uyandı. Yatağının içinde iyice gerindi, uzun uzun esnedi. Kuzu postundan yapılmış tüylü yeleğini giydi. Alelacele yalınayak kulübesinden dışarı çıktı. Ağılın kapısını açtı. Sopasıyla birer birer hepsinin kuyruğundan dürttü.
- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!
Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.
Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.
Düştüler yola.
Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.
Güneş yükseldi; parladı.
Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.
Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.
Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.
Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.
Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.
"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.
Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.
Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.
Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.
Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.
- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.
Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.
- Yaşşaa nineciğim!
Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.
Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.
Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.
- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!
Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:
- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?
Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.
Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.
- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.
Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.
Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.
- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?
İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:
- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.
Çoban Ali merakla sordu:
- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?
Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:
- Onlar geldiler, o baltalı adamlar
Sponsorlu Bağlantılar
Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...
Çoban Ali yine sordu :
- Torununa ne oldu nine?
Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:
- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...
Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.
Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.
Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.
Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.
Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.
Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :
- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.
Sarıldılar, nineyle öpüştüler.
Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.
Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.
Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.
Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.
- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.
Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.
- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?
Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.
- Neden nine?
- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.
Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.
Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.
Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!
Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.
Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.
Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:
- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!
O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.
Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.
Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.
- Ak Benekli nerdesin?
Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.
Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.
"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.
- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?
Çoban Ali kalktı.
Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.
Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.
Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.
Hatta bazıları Ak Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.
- Hadi bakalım tembeller! Düşün yola!
Koyunlar, kuzular Ali'yi görünce sevindiler, meleştiler. Ak benekli olanı Ali'nin kucağına atladı, yanaklarını yalamaya başladı.
Ali Ak Benekli'yi çok şımartmıştı. Ak Benekli doğduktan iki gün sonra ayağını taşa çarpmış, yaralanmıştı. Zavallı pek minik olduğu için bir türlü iyileşememişti. Ali gece gündüz onun yanından ayrılmamış, aşağı köyde oturan Senem Nine'nin otlardan yaptığı merhemleri süre süre iyi etmişti Ak Benekli'yi. İşte o gün bu gündür Ak Benekli'yi diğerlerinden bir başka tutar, bir başka severdi Çoban Ali.
Düştüler yola.
Çoban Ali Ak Benekli kucağında, elinde sopa , arkada diğerleri çıngırak sesleriyle kah koştular, kah durdular. Dere boyuna geldiler.
Güneş yükseldi; parladı.
Çoban Ali “Ah bir ağaç olsaydı sırtımı yaslayacak, gölgesinde serinleyecek! " dedi. Böyle derken Ak Benekli'yi kucağından indirdi. Cebinden kavalını çıkarıp başladı çalmaya. Yere, kuru toprağa çömelmiş, çalıyor da çalıyordu Çoban Ali yanık yanık.
Dere boyunda az ilerde Senem Nine'nin kulübesi vardı. Kimsesizdi zavallı kadıncağız. Bir zamanlar Çoban Ali kadar bir torunu olduğunu söylerler köylüler. Kimse bilmez Senem Nine'nin torununa ne olduğunu.
Kimi "Öldü; öldü. Ben biliyorum", kimi de "Kayboldu; kaybolmuş galiba." der, ama kimse sormaya cesaret edemez Nine'ye.
Bir gün biri soracak olmuş; Nineciğin gözlerinden seller gibi yaşlar akmış akmış da hiçbir şey söylememiş.
Yalnız Çoban Ali onun “Ah onlar gelmeden her şey ne kadar güzeldi! Herkes ne kadar mutluydu!" dediğini duymuştu çoğu kez.
"Kimler nine? Kimler geldi buraya?" diyecek olsa Çoban Ali, “Hiç, hiç kimse. Sen bana bakma oğulcuğum. Kendi kendine konuşan bir ihtiyarım işte ben " der, geçiştirirdi Senem Nine.
Çoban Ali bir yandan kavalını çaldı, bir yandan bunları geçirdi aklından. "Zavallı Senem Nine!" diye mırıldandı.
Ak Benekli Çoban Ali'nin üzüldüğünü anladı. Yanına gelip başını onun dizlerine dayadı. Çoban Ali sevdi, okşadı Ak Benekli'yi.
Güneş iyice yükseldi. Öğle oldu. Çoban Ali'nin karnı acıktı. Yerinden doğruldu. İki elinin işaret parmaklarını ağzına götürdü, keskin bir ıslık çaldı. Bunun üzerine bütün koyunlar toplaştılar, meleştiler. Çıngırak sesleri birbirine karıştı.
Senem Nine kulübesinden çıktı. Elini salladı.
- Çoban Ali; gel; taze çörek yaptım.
Çoban Ali sevincinden iki kez takla attı.
- Yaşşaa nineciğim!
Nine iki büklüm, Çoban Ali'ye hizmet ediyordu. Çörekler getirdi, ayran yaptı.
Ali ağzını çöreklerle doldurdu. Ak Benekli'yi de yanına çağırdı.
Senem Nine onların karşısına geçti, oturdu. Gözlerinden iki damla yaş aktı.
- Hey Çoban Ali! Oğulcuğum. Torunum da yaşasaydı, senin kadar olacaktı. Ah onlar gelmeseydi, o adamlar! Her şey ne güzeldi!
Çoban Ali yerinden ok gibi fırladı:
- Söyle nineciğim. Söyle, kimler geldi? Hangi adamlar? Ne olur anlat nine! Torununa ne oldu?
Ali böyle haykırırken Senem Nine'nin dizlerine kapanmış, sımsıkı onun ellerinden tutuyordu.
Senem Nine ağlıyor, bir yandan da Çoban Ali'nin saçlarını okşuyordu.
- Peki Çoban Ali. Anlatacağım oğulcuğum.
Ali ninenin yanına çöktü. Ak Benekli sanki olağanüstü bir şeyler olduğunu anlamış gibi bir nineye, bir Çoban Ali'ye bakıyordu. Çoban Ali Ak Benekli'yi çekti, kucağına oturttu.
Nine bir eliyle gözyaşlarını sildi. Başını kaldırdı. Dere boyunun iki yanını gözleriyle uzun uzun taradı.
- Çoban Ali, şuraları görüyor musun?
İşaret parmağıyla ta uzakları gösterdi. Yine devam etti:
- İşte buraları bir zamanlar yemyeşil ormandı. Çamı, kavağı, meşesi; ne ağaçlardı onlar! Dallarında cıvıl cıvıl kuşlar öterdi... Gölgelerinde köylüler serinlerdi. Mis gibi havasını ciğerlerimize doldururduk. Kuraklık nedir bilmezdik. Bereketli yağmurlar yağardı hep. Kışın kar yağıp da ilkbaharda erimeye başlayınca dere dolup taşardı. Ama o güzelim ağaçlar bizleri selden korurdu.
Çoban Ali merakla sordu:
- Eee nineciğim, ne oldu o güzelim ağaçlara?
Senem Nine hırsla kalktı. Bir elini yukarı kaldırıp yumruğunu sıktı:
- Onlar geldiler, o baltalı adamlar
Sponsorlu Bağlantılar
Çoban Ali. Yıktılar, devirdiler ağaçlarımızı. Söktüler köklerinden. Sanki canlarımızı da aldılar gittiler. O gün bu gündür bu toprak çorak, bu toprak kurak...
Çoban Ali yine sordu :
- Torununa ne oldu nine?
Senem Nine yine çöktü yere. Başını iki yana salladı. Kısık bir sesle:
- O kış çok kar yağdı Ali buralara, dedi. İlkbahar geldi. Dağlardaki tepelerdeki karlar başladı erimeye. Bu dere doldukça doldu. Doldu da taştı. Sel bastı her yeri. İşte benim minik torunumu da o sel aldı gitti... Gidiş o gidiş...
Çoban Ali'nin gözleri kocaman açılmış, rengi sapsarı olmuştu. Sanki bir şeylerden korumak istiyormuş gibi Ak Benekli'yi sımsıkı sardı, göğsüne bastırdı. Göz pınarlarından damla damla yaşlar yanaklarına süzülüyordu. "Nineciğim, zavallı nineciğim benim!" dedi.
Senem Nine çocuğu üzdüğünü anlayıp gülümsemeye çalıştı. "Hadi Çoban Ali, kalk. Derle toparla sürünü. Seni üzdüm oğulcuğum." dedi.
Çoban Ali bugünden sonra Senem Nine'nin anlattıklarını hiç unutmadı. Günler, geceler boyu hep düşündü durdu.
Yaz bitti; sonbahar geçti; kış geldi. Lapa lapa kar yağdı. Öyle yağdı ki Çoban Ali günlerce sürüsünü çıkarıp otlatamadı. Yalnızca Ak Benekli'yi yanından hiç ayırmadı.
Bazı geceler Çoban Ali neşelenir, ocağın karşısına geçer, kavalını çalardı. Ak Benekli o zaman zıplar da zıplar, onun neşesine katılırdı. Ali'nin canı bir şeye sıkılacak olsa Ak Benekli de hüzünlenirdi. Böyle kuvvetli bir dostluk vardı aralarında.
Günler, geceler geçti. İlkbahar geldi. Çoban Ali sevindi. Ak Benekli zıplayıp dans etmeye başladı. Sürü indi dere boyuna. Meleştiler, otladılar. Senem Nine onları gördü; seslendi :
- Çoban Ali... Gel, çörek yaptım.
Sarıldılar, nineyle öpüştüler.
Nine "Ak Benekli görmeyeli ne kadar büyümüş! dedi.
Güneş parlıyor, karları eritiyordu. Dere coştukça coşuyordu.
Ertesi gün Çoban Ali yine sürüsünü otlatıyordu. Öğle vakti yaklaştı. Senem Nine'nin kulübesinin kapısı hala açılmamıştı.
Çoban Ali merakla koştu. Kapıyı çaldı.
- Nine; benim. Çoban Ali. Aç kapıyı.
Biraz sonra nine kapıyı açtı. Yüzü solgun, sapsarıydı. Gözlerinde korku vardı.
- Ne oldu nineciğim, hasta mısın?
Nine Çoban Ali'nin üzerinden dereye doğru baktı. "Korkuyorum Çoban Ali; korkuyorum!" dedi.
- Neden nine?
- Dere hoşuma gitmiyor. Taşacak gibi. Yine felaket getirecek gibi.
Çoban Ali geriye döndü. Dere gürültülü sesler çıkarıyor, taştıkça taşıyordu. Korkuyla yanına baktı. Ak Benekli yoktu. Koşarak sürünün yanına geldi. "Ak Benekli neredesin? " diye bağırdı.
Zavallı hayvanlar derenin sesinden ürkmüşler, taşan sulardan korunmak için bir oraya bir buraya kaçışıyorlardı.
Çoban Ali yine seslendi: Ak Benekli ! Ak Benekli!
Kavalını çıkardı, çaldı Ak Benekli duyar da gelir diye. Ama ne gelen vardı ne giden. Zaten suyun sesi yükselmiş, hiçbir şey duyulmaz olmuştu.
Senem Nine de kulübesinden çıktı; Ali'nin yanına geldi. "Çoban Ali, durma buralarda. Kaç, sürünü kurtar. Sel başladı " diyordu. Bir yandan da “Ah yine o felaket!" diye ağlıyordu.
Çoban Ali durmadı, koştu. Dere boyu sulara bata çıka koştu. Hem koşuyor hem sesleniyordu:
- Ak Benekli, Ak Benekli! Ak Benekli!
O da sulara daldı. Kayboldu gitti ta ki aşağı köylüler onu bulup kurtarana dek.
Ak Benekli'yi sel alıp götürmüştü. O günden sonra Çoban Ali'nin yüzü hiç gülmedi. Her gün dere boyuna inip "Ak Benekli! Ak Benekli!" diye ağladı.
Yaz geldi, sular çekildi. Çoban Ali yine dere boyuna inmiş ağlıyordu.
- Ak Benekli nerdesin?
Omuzuna biri dokundu. Çoban Ali sıçradı, döndü. Senem Nine'yi gördü.
Senem Nine "Yas tutmayı bırak Çoban Ali. Ağlamakla Ak Benekli'yi geri getiremezsin " dedi.
"Ne yapabilirim nine ?" diye ağlamaya devam etti çocuk.
- Çok şeyler yapabilirsin. Çok şeyler yapabiliriz Çoban Ali, diye bağırdı nine. Ağaç dikeriz, yeniden ağaçlandırırız buraları. Yemyeşil orman olur zamanla. Eskisi gibi cıvıl cıvıl kuşlar öter dallarında o güzelim ağaçların. Ötmez mi Çoban Ali?
Çoban Ali kalktı.
Gözyaşlarını siliyor, bağırıyordu . "Öter nineciğim, öter nineciğim " diyordu.
Şimdi aradan uzun yıllar geçti. Dere boyu yine eskisi gibi ağaçlık, yemyeşil orman oldu. Kuşlar cıvıl cıvıl. Havası mis gibi.
Kimin yolu düşerse, gitsin baksın. Çoban Ali ile Senem Nine'nin kulübesi hâlâ orada duruyor.
Hatta bazıları Ak Benekli'nin de meleyişini duyar gibi olduklarını söylüyorlar.
Maymun Peri Masalı
0
by:Prayag Verma
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde güzel birinde, bir padişah yaşarmış üç erkek evladıyla birlikte. Evlatları büyümüş, yakışıklı birer delikanlı olmuş yıllar geçince. Derken, padişah oğullarının mürüvvetini görmek istemiş:
“-Hadi evlatlar, buyrun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde.
“-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle. Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara:
“-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın kızını alacağım” demiş. Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgarı esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii.
İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş, vezirin evinin avlusuna düşmüş.Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş.Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş.
Derken sıra ortanca oğlana gelmiş.Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de dillerde yankılanmış.
Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki.Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş. Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş.
Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında,
Sponsorlu Bağlantılar
gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış:
“-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış:
“-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacağız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış:
“-Babana, istediğin adamlarını al ve filan dağa git de” demiş. Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş.Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış.
“-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.”
Gerçekten de çok geçmemiş, padişah oğullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında:
“-Şimdi ne yapacağız, babam çağırıyor” demiş. Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça soğukkanlı, kocasının , misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bağırmasını istemiş. Küçük oğlan, denileni yapmış;
“-Gülnaar” diye bağırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri:
“-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş: “Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş.
Saraya gitmişler, Padişah’ın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yeyip içip eğlenmişler.
Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara.
“-Hadi evlatlar, buyrun evlenin” demiş. Demiş de, üç delikanlı, evlenecek kız görememiş çevrelerinde.
“-Hani padişah babamız, kısmetimiz nerede?” diye sormuşlar, evlenecek kimsecikler bulamayacakları endişesiyle. Padişah bu, bütün düğümleri çözmek onun görevi. Düşünmüş nerede, nasıl bulabilir evlatlarının kısmetini. Sonunda karar vermiş, üçünü de çağırtmış yanına. Birer ok ile yay uzatmış onlara:
“-Atın bu okları. Okunuz kimin avlusuna düşerse, size o adamın kızını alacağım” demiş. Delikanlılar arasında bir heyecan rüzgarı esmiş. Ama delikanlı değiller mi? Yayı gererken elleri titrer mi?…Titrememiş tabii.
İlk atışı büyük oğlan yapmış. Oku bir atmış, pir atmış. Ok gitmiş gitmiş, vezirin evinin avlusuna düşmüş.Padişah hemen vezire adamlarını göndermiş, kızını istetmiş. Vezirin kızı pek güzelmiş.Güzel olduğu kadar elinden iş de gelirmiş. Kırk gün kırk gece süren düğün dernek ile büyük oğlan ile vezirin kızı, mutlu mesut dünya evine girmiş.
Derken sıra ortanca oğlana gelmiş.Ortanca oğlan da okunu atmış. Ok yaydan bir fırlamış, kaşla göz arasında vekilin evinin avlusunu boylamış. Padişah hemen oraya da adamlarını salmış. Vekilin kızı da alınmış. Vekilin kızı da vezirin kızını aratmıyormuş hani. O kapkara ceylan bakışlı gözleri, o kapkara kıvrım kıvrım zülüfleri. Bir bakan bir daha dönüp bakar, bakışları çok can yakarmış. Kırk gün kırk gece düğün dernek,ortanca oğlan ve vekilin kızı için de yapılmış, düğünün güzelliği de dillerde yankılanmış.
Sonunda sıra küçük oğlana gelmiş. Küçük oğlan almış okunu, şöyle güzelce germiş yayını. Gerilen yayı değil, gönül teliymiş sanki.Tam bırakacak, oku, kaçıp kısmetini bulacak, güneş bulutların arasından başını uzatmış, küçük oğlanın gözünü almış. Oğlan bir an ne olduğunu anlamamış, gözleri kamaşmış, tam o sırada ok yaydan kurtulmuş, almış başını, taa ormana doğru fırlamış. Sonra ağaçların arasına düşmüş kalmış. Küçük oğlan hemen ormana koşmuş, okunu bir maymunun elinde bulmuş. Maymun bir yandan oku kemiriyor, bir yandan da küçük oğlana gülümsüyormuş.
Tam o sırada büyük ve ortanca oğlanlar gelmişler kardeşlerinin peşi sıra. Bir maymun görüverince karşılarında,
Sponsorlu Bağlantılar
gülmeye başlamışlar. Bu maymun senin kısmetin, bu maymunla evlenmek zorundasın diye, kardeşlerini maymunla evlenmek zorunda bırakmışlar. Küçük oğlan kimselere gösterememiş eşini. Ormanda maymunla birlikte yaşamaya başlamış. Ama ağabeyleri rahat durmamış:
“-Babamız evinize gelmek istiyor” diye küçük oğlanı kandırmış. Bunu duyan küçük oğlan, karısı maymunun yanına varmış:
“-Babam evimize gelmek istiyormuş, ne yapacağız?” diye dert yanmış. Maymun hiç telaşlanmamış:
“-Babana, istediğin adamlarını al ve filan dağa git de” demiş. Padişah, söylenen dağa gitmiş. Beraberinde adamlarını da getirmiş.Bir de bakmışlar dağda, her birinin atı için bir altın kazık çakılı. Yemek vakti sofra ise, kurulabilecek bütün sofralardan farklı. Yemekler altın tabaklarda, altın çatallar kaşıklar yanlarında. Böyle yemek yemek pek de keyifliymiş ya, yemek bittikten sonra da herkesin yediği tabak, atını bağladığı kazık kendine kalınca keyifler katlanmış, ağabeyler şaşırmış.
“-O zaman” demişler “babamızın, eşlerimizi de çağırmasını isteyelim. Maymun geldiğinde biraz gülelim.”
Gerçekten de çok geçmemiş, padişah oğullarını eşleriyle birlikte saraya davet etmiş. Küçük oğlanın paçaları tutuşmuş bu davet karşısında. Yine soluğu almış maymun karısının yanında:
“-Şimdi ne yapacağız, babam çağırıyor” demiş. Maymun sonunda beklediği gün geldiği için heyecanlı ama görünüşte oldukça soğukkanlı, kocasının , misafir ağırladıkları dağa çıkıp “Gülnar” diye bağırmasını istemiş. Küçük oğlan, denileni yapmış;
“-Gülnaar” diye bağırmış. Karşısına öyle bir peri çıkmış ki, dayanamamış, bayılmış. Bir süre sonra ayılınca peri:
“-Ben senin karın Gülnar’ım” deyip postunu oğlana vermiş sonra devam etmiş: “Yıllardır bu postu çıkarmak için senin gibi bir şehzade ile evlenmeyi ve padişahın sarayına davet edilmeyi bekliyordum. Hadi gidelim. Ama bu postuma sahip ol. Onu sakın çaldırma. Çaldırırsan beni bulamazsın.” demiş.
Saraya gitmişler, Padişah’ın huzuruna gelmişler. Padişah, ağabey, ağabeylerinin karıları, görüverince küçük oğlanın eşsiz benzersiz karısını, düşüp bayılmışlar. Ayıldıklarında, yeyip içip eğlenmişler.
Karısının postunu sıkı sıkı saklayan küçük oğlan ile eşsiz benzersiz güzellikteki maymun perinin kırk gün kırk gece süren düğünleri yapılmış. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.
Gökten üç elma düştü biri bana, biri sana, biri kısmetine inananlara.
1 Aralık 2014 Pazartesi
KURNAZ T İ LK İ
kurnaz tilki masalı , manisa masalları , masal 0
by:Prayag Verma
1. KURNAZ TİLKİ
Bir varmış bir yokmuş tilkiyle ayı varmış. Tilki;
“Hadi bağa gidelim üzüm yiyelim” demiş.
“Burnumuzdan gelene kadar üzüm yiyeceğiz” diye de gitmeden anlaşmışlar.
Gitmişler bağa yemişler yemişler. Tilki burun deliklerine iki üzüm sokuvermiş;
“Benim burnumdan geldi” demiş. Ayının burnundan gelmemiş ayı kaba
bizim gibi. Karnı davul gibi olmuş yiye yiye. Oradan bağın sahibi çıkıvermiş elinde
tüfekle. Tilki önden hemen koşmuş bağa girdikleri geçitten çıkıvermiş dışarı. Ayı
şişmiş karnıyla çıkamamış. Tilki’ye;
“Beni kandırdın” demiş ama faydası yok gari.
Tilki oradan giderken giderken yolda balıkçı gidiyormuş. Onu görmüş. Ölü
gibi yatıvermiş yolun üstüne boylu boyunca.
“Bunun kürkü para eder” demiş balıkçı almış da arabanın üstüne atıvermiş.
Tilki de arkadan hep balıkları atmış sonra kendi de atlamış götürmüş balıkları evinin
tavanına dizmiş. Balıkçı varmış köye balıkları satacak bir bakmış balıklar yok.
“Eyvah! N’oldu benim balıklar?” Tilkinin yaptığını anlamış tabi.
“Gideyim o tilkiyi bulayım öldüreyim!” demiş. Gitmiş o tilkiyi aramaya.
Bulmuş tilkiyi;
“Nasıl ettin sen bunu sen ölüydün ya!” demiş.
“Ben seni aldattım balıkları da tavana dizdim” demiş. “Ama istersen demiş
gidelim şuradan benim kuyruğuma sepet bağlayalım senin kuyruğuna testi
bağlayalım şurdan nehirden geçen balıkları avlayıvereyim sana” demiş.
Balıkçı da;
“Tamam” demiş.
135
Adamın kuyruğuna testi bağlanınca kalkar mı? Dolmuş testi adam
kalkamamış suyun içinde kalmış; “kırk kırk” etmiş boğulmuş. Tilkinin kuyruğundaki
sepetten su akmış geçmiş. Tilki;
“Gitti kırk tane balık bulamadı orada kaldı” demiş. Kurnaz Tilki ya herkesi
aldatmış.
Hatice AZAK, Paşaköy
Bir varmış bir yokmuş tilkiyle ayı varmış. Tilki;
“Hadi bağa gidelim üzüm yiyelim” demiş.
“Burnumuzdan gelene kadar üzüm yiyeceğiz” diye de gitmeden anlaşmışlar.
Gitmişler bağa yemişler yemişler. Tilki burun deliklerine iki üzüm sokuvermiş;
“Benim burnumdan geldi” demiş. Ayının burnundan gelmemiş ayı kaba
bizim gibi. Karnı davul gibi olmuş yiye yiye. Oradan bağın sahibi çıkıvermiş elinde
tüfekle. Tilki önden hemen koşmuş bağa girdikleri geçitten çıkıvermiş dışarı. Ayı
şişmiş karnıyla çıkamamış. Tilki’ye;
“Beni kandırdın” demiş ama faydası yok gari.
Tilki oradan giderken giderken yolda balıkçı gidiyormuş. Onu görmüş. Ölü
gibi yatıvermiş yolun üstüne boylu boyunca.
“Bunun kürkü para eder” demiş balıkçı almış da arabanın üstüne atıvermiş.
Tilki de arkadan hep balıkları atmış sonra kendi de atlamış götürmüş balıkları evinin
tavanına dizmiş. Balıkçı varmış köye balıkları satacak bir bakmış balıklar yok.
“Eyvah! N’oldu benim balıklar?” Tilkinin yaptığını anlamış tabi.
“Gideyim o tilkiyi bulayım öldüreyim!” demiş. Gitmiş o tilkiyi aramaya.
Bulmuş tilkiyi;
“Nasıl ettin sen bunu sen ölüydün ya!” demiş.
“Ben seni aldattım balıkları da tavana dizdim” demiş. “Ama istersen demiş
gidelim şuradan benim kuyruğuma sepet bağlayalım senin kuyruğuna testi
bağlayalım şurdan nehirden geçen balıkları avlayıvereyim sana” demiş.
Balıkçı da;
“Tamam” demiş.
135
Adamın kuyruğuna testi bağlanınca kalkar mı? Dolmuş testi adam
kalkamamış suyun içinde kalmış; “kırk kırk” etmiş boğulmuş. Tilkinin kuyruğundaki
sepetten su akmış geçmiş. Tilki;
“Gitti kırk tane balık bulamadı orada kaldı” demiş. Kurnaz Tilki ya herkesi
aldatmış.
Hatice AZAK, Paşaköy
19 Mayıs 2013 Pazar
HENZEL İLE GRETEL
grimm kardeşler , HENZEL İLE GRETEL , HENZEL İLE GRETEL hikayesi , HENZEL İLE GRETEL masalı , hikaye , masallar 0
by:Prayag Verma
HENZEL İLE GRETEL
Büyük bir ormanın yakınında bir oduncuyla karısı ve iki çocuğu oturuyorlarmış. Oğlanın adı Henzel, kızınki Gretel'miş. Oduncunun kazancı pek azmış. Günün birinde ülkede kıtlık başgösterince artık kuru ekmeği bile bulup getiremez olmuş.
Bir akşam yatağına uzanıp kendi kendine düşünceye daldığı, üzüntüsünden dolayı yatağın içinde dönüp durduğu sırada içini çekip karısına demiş ki:
- Ne yapacağız? Kendimize bir şey bulamazken bu zavallı yavrularımızı nasıl besleyeceğiz?
Kadın yanıt vermiş:
- Biliyor musun ne yaparız? Yarın sabah erkenden çocukları ormanın en sık yerine götürürüz. Önlerine bir ateş yakarız, ellerine birer parça ekmek veririz. Sonra işimize gideriz; onları yalnız başlarına bırakırız. Çocuklar kendiliklerinden evin yolunu bulamazlar. Böylelikle onları başımızdan savmış oluruz.
Adam:
- Hayır demiş, ben bunu yapamam. Çocuklarımı ormanda yalnız bırakmaya içim nasıl dayansın? Çok geçmeden yabanıl hayvanlar onları paramparça ediverirler.
Kadın kocasına:
- Hadi ordan budala, deli, böyle yapmazsak dördümüz de açlıktan öleceğiz. Sen biçtiğin tahtaları o zaman bize tabut yapmakta kullanırsın... Önerisini kabul ettirinceye kadar ona rahat vermemiş.
Adamcağız:
- Fakat zavallı yavrulara acıyorum! demiş.
Açlık yüzünden çocukların gözlerine de uyku girmemiş; üvey annelerinin, babalarına söylediği sözleri duymuşlarmış. Gretel acı acı ağlıyor; Henzel'e şöyle diyormuş:
- Şimdi bize olanlar oldu! Henzel:
- Sus Gretel, demiş, kederlenme öyle! Ben yapacağımı bilirim.
Büyükler uykuya dalar dalmaz, Henzel ceketini giymiş, yavaşça kapının alt kanadını açmış, dışarı sıvışmış. Parlak bir ay aydınlığı varmış. Evin önündeki çakıl taşları pırıl pırıl parıldıyorlarmış. Henzel eğilmiş, ceketinin cebini bu taşlarla tıka basa doldurmuş. Sonra eve dönmüş. Gretel'e:
- Üzülme sevgili kardeşim, rahat rahat uyu... Tanrı bizi yalnız bırakmaz, demiş; yatağına uzanmış.
Sabahleyin ortalık ağarmaya başlarken kadın gelmiş, çocukları uyandırmış:
- Kalkın bakalım miskinler, demiş, ormana gidip odun getireceğiz. Sonra ellerine birer dilim ekmek vermiş:
- İşte öğleyin yiyeceğiniz ekmek... Vakti gelmeden bunları yiyip bitirirseniz karışmam. Sonra akşama kadar aç dolaşırsınız! demiş.
Gretel ekmekleri göğüslüğünün altına saklamış. Çünkü Henzel'in cepleri taşla doluymuş. Ondan sonra hep birlikte ormana doğru yollanmışlar. Bir süre gittikten sonra Henzel durmaya, başını arkaya çevirerek evlerine bakmaya başlamış. Bunu gören babası:
- Ne diye durup durup arkana bakıyorsun Henzel? Dikkat et, taşlara takılıp düşeceksin, demiş.
Henzel:
- Beyaz kedime bakıyorum babacığım, demiş, damın üstüne oturmuş bana "güle güle" diyor da.
Kadın bunu duyunca:
- Budala demiş, o gördüğün kedi değil; doğan güneştir, bacanın arkasından görünüyor. Aslına bakılırsa Henzel de kediye bakmıyormuş. Cebindeki parlak çakıl taşlarını birer birer yola bırakıyormuş.
Ormana girdikleri zaman baba:
- Haydi bakalım çocuklar demiş, odun toplayın. Üşümeyin diye size ateş yakayım! Henzel ile Gretel çalı çırpı toplayıp getirmişler; bunlardan kocaman bir yığın yapmışlar. Çalılara ateş verilmiş. Alevler yükselmeye başlayınca kadın çocuklara demiş ki:
- Haydi ateşin başına oturun da dinlenin bakayım çocuklar! Biz ormana gidip odun keseceğiz. İşimiz bitince gelir, sizleri alıp götürürüz.
Henzel ile Gretel ateşin karşısına oturmuşlar. Öğle vakti olunca ekmeklerini yemişler. Ormandan gelen balta seslerini işittikleri için babalarının yakın bir yerde olduğunu sanmışlar.
Oysa duydukları bu ses balta sesi değilmiş. Bu bir dalmış. Babaları bu dalı kuru bir ağaca bağlamışmış. Rüzgâr estikçe dal sallanıyor, ağaca çarptıkça "tak, tak" diye sesler çıkarıyormuş. Çocuklar uzun süre oturdukları için uykuları gelmiş, yorgunluktan gözleri kapanmış. İkisi de derin bir uykuya dalmışlar.
Uyandıkları zaman ortalık kapkaranlıkmış. Gece olmuş. Gretel ağlamaya:
- Şimdi ne yapacağız; ormandan nasıl çıkacağız? demeye başlamış. Fakat Henzel onu yatıştırmaya çalışıyor:
- Ay doğuncaya kadar bekle.. Ondan sonra yolumuzu buluruz diyormuş. Testekerlek ay gökte yükselince Henzel küçük kızkardeşinin elinden tutmuş; çakıl taşlarına baka baka yürümeye başlamış. Bunlar, yeni basılmış paralar gibi parıldıyorlar, çocuklara yolu gösteriyorlarmış.
Çocuklar bütün gece yürümüşler. Ortalık ağarırken evlerine varmışlar. Kapıyı çalmışlar. Kadın kapıyı açıp da karşısında Henzel ile Gretel'i görünce:
- Sizi yezit çocuklar sizi, demiş, bu vakte kadar ormanda işiniz neydi bakayım?... Artık sizi dönmeyecek sanmıştık.
Fakat babaları çok sevinmiş. Çünkü onları yalnız bıraktığına pek üzülmüşmüş.
Aradan çok zaman geçmemiş. Her yanda yeniden yoksulluk başgöstermiş. Çocuklar bir gece annelerinin babalarına şöyle dediğini duymuşlar:
- Yine kıtlık başladı. Evde yarım ekmekten başka bir şey kalmadı. Çoğa varmaz, hepimiz açlıktan öleceğiz. Bu çocuklar başımızdan savılmalıdır. Onları bu kez ormanın daha kuytu yerine götürelim. O zaman yolu bulamazlar. Başka türlü kurtuluş çaremiz kalmadı.
Bu sözler adamın içini sızlatmış. Kendi kendine:
- Son lokmanı çocuklarınla paylaşsan daha iyi olur! diye düşünmüş. Fakat kadın dediğinden dönmüyor, adamı durmadan zorluyormuş. Mademki birinci defasında kadının dediğini yapmış, çocukları ormanda yalnız bırakıp dönmüş. Bunu ikinci kez de yapması gerekiyormuş.
Çocuklar henüz uyanıkmışlar. Konuşulanları dinlemişlermiş. Büyükler uykuya dalınca Henzel yine yataktan kalkmış. Önceki gibi dışarı giderek çakıl taşları toplamak istiyormuş. Fakat kadın kapıyı kilitlemişmiş.
Henzel dışarı çıkamamış, ama kızkardeşini avutmaktan da geri durmuyormuş:
- Ağlama Gretel diyormuş, rahat uyu, Tanrı bize yardım eder!
Sabahleyin erkenden kadın gelmiş, çocukları yataktan kaldırmış. Ellerine birer parça
ekmek vermiş ama bu seferki ekmekler öncekilerden daha azmış. Ormana giden yolda Henzel cebindeki ekmeği ufalamış. Sık sık durarak kırıntılarını geçtiği yerlere dökmeye başlamış.
Babası:
- Henzel demiş, yollarda niçin duruyorsun? Yürüsene! Henzel:
- Güvercinime bakıyorum demiş, damın üstüne oturmuş; bana "güle güle" diyor da... Kadın söze karışmış:
- Budala demiş, o gördüğün güvercin değil; doğan güneş!.. Bacanın üstünden görünüyor... Fakat Henzel ekmek kırıntılarını yola serpmeyi sürdürmüş.
Kadın çocukları ormanın daha içlerine götürmüş. Bugüne kadar buralara hiç gelmemişlermiş. Sonra büyük bir ateş yakılmış. Anne:
- Burada oturacaksınız çocuklar demiş. Yorulursanız bir parça uyuyabilirsiniz. Biz ormandan odun keseceğiz. Akşam üzeri gelir, sizi alıp götürürüz!
Öğle vakti Gretel ekmeğini ortasından bölmüş, kardeşine vermiş. Bir parçasını da kendisi yemiş. Çünkü Henzel kendi payını ufalayarak yollara serpmişmiş. Sonra uykuya dalmışlar...
Akşam olup geçmiş ama zavallıların yanına kimseler gelmemiş. Çocuklar ancak ortalık karardıktan sonra uyanmışlar. Henzel küçük kız kardeşini avutmaya çalışıyor:
- Ay doğuncaya kadar bekle Gretel diyormuş, o zaman serptiğim ekmek kırıntılarını görürüz. Bunlar bize evimizin yolunu gösterirler.
Ay doğunca çocuklar ayağa kalkmışlar, fakat ekmek kırıntılarını bulamamışlar. Çünkü ormanlarda, kırlarda dolaşan binlerce kuş bunları toplayıp yemişlermiş.
Bunun üzerine Henzel Gretel'e:
- Korkma, nasıl olsa yolumuzu bulacağız demiş; ama bu yolu bir türlü bulamamışlar. Bütün gece, ertesi gün sabahtan akşama kadar gitmişler; ormandan dışarı çıkamamışlar. Karınları da çok acıkmışmış. Yerde duran birkaç yemiş tanesinden başka yiyecek bir şeyleri yokmuş. Çok yorgun oldukları için yürüyecek güçleri de kalmamışmış. Bir ağacın altına uzanmışlar, uykuya dalmışlar.
Çocuklar baba evinden ayrılalı üç gün olmuş. Yine yürümeye başlamışlar. Fakat gittikçe ormanın daha derin, daha kuytu yanlarına varıyorlarmış. Tez vakitte kendilerine yardım eden bulunmazsa yok olacaklarmış. Öyle vakti bir dal üzerine konmuş güzel, apak bir kuş görmüşler. Bu kuş o kadar güzel ötüyormuş ki, çocuklar oldukları yerde kalmışlar. Onu dinlemişler. Kuş ötmesi bitince kanatlarını çırpmış; önlerinden geçmiş. Çocuklar kuşun peşinden gitmişler. Sonunda kuş küçük bir evin önüne varmış, damına konmuş. Çocuklar eve yaklaşınca, bunun ekmeklerden yapılmış olduğunu, çöreklerle örtülü bulunduğunu görmüşler. Evin pencerelerinde cam yerine akide şekerleri varmış. Henzel:
- Haydi içeriye girelim de karnımızı doyuralım! demiş. Ben saçağın bir parçasını yiyeceğim, Gretel, istersen pencerelerden birini de sen ye!..
Henzel uzanmış; tadına bakmak üzere, saçaktan bir parça koparmış. Gretel ise pencereye yaklaşarak camını kırmaya başlamış.
Onlar böyle uğraşırken içerden ince bir ses duyulmuş;
- Kim karıştırıyor? Bu tıkırtı ne? Çocuklar:
- Rüzgâr... Rüzgâr... demişler. Ellerindeki parçaları telaşa düşmeden yemeyi sürdürmüşler. Saçaktan aldığı parça çok hoşuna gittiği için Henzel iri bir dilim daha koparmış. Gretel de pencereden ikinci bir parça daha sökmüş. Yere oturmuş, yemeğe başlamış.
Bu sırada kapı birdenbire açılmış; Çok yaşlı bir kadın koltuk değneklerine dayana dayana dışarı çıkmış. Henzel ile Gretel o kadar korkmuşlar ki, ellerindekiler yere düşmüş. Kocakarı başını sallayarak:
- Aman ne sevimli çocuklar! demiş. Sizi buraya kim getirdi bakayım?.. Haydi gelin içeriye; yanımda kalın... Size benden hiçbir zarar gelmez, korkmayın! Sonra ikisini de ellerinden tutmuş, içeriye almış. Evde onlara güzel yemekler çıkarmış: süt, şekerli çörekler, elmalar, cevizler... Sonra bembeyaz örtülü iki güzel yatak sermiş. Henzel ile Gretel içine girmişler. Burası o kadar rahatmış ki, çocuklar kendilerini cennette sanmışlar.
Kocakarı kendini çocuklara iyi yürekli bir insan olarak göstermiş ama aslında kötülük yapmayı sever bir cadıymış. Çocukları aldatarak eline geçirirmiş. Bu ekmekten kulübeyi de, onları avlamak için yaptırmışmış. Eline bir çocuk geçti mi onu öldürür, sonra pişirip yermiş. Böyle günlerde sevincinden bayram yaparmış. Cadıların gözleri kırmızı olur, uzakları göremezler. Fakat duyuları hayvanlar gibi güçlü olur, bir insanın yaklaştığını sezerler.
Henzel ile Gretel de eve yaklaştıkları zaman cadı kötü kötü gülmüş:
- Bunlar elime geçti demektir. Artık kurtulamazlar!.. demiş.
O sabah erkenden, daha çocuklar uyanmadan yataktan kalkmış. Çocukların mışıl mışıl uyuyuşlarını, al al olmuş tombul yanaklarını seyretmiş. Kendi kendine mırıldanmış:
- Bunlar tam dişime göre birer lokma olacaklar!..
Sonra Henzel'i kuru elleriyle yakalamış; küçük bir kümese götürmüş, kümesin parmaklıklı kapısını kapamış. Artık istediği kadar bağırıp çağırsın, kaç para eder bakalım?.. Daha
sonra Gretel'e gitmiş; kızcağızı tartaklayarak uyandırmış:
- Kalk bakayım miskin! diye bağırmış, kalk da eve su taşı! Dışarda kümesin içinde kapalı olan kardeşine bir şeyler pişir de biraz semirsin... İyice yağlandıktan sonra onu yiyeceğim. Bunları duyan Gretel acı acı ağlamaya başlamış. Fakat ne yapsa yararsız! Kötü yürekli cadı ne derse yapmak zorundaymış.
Zavallı Henzel'e en güzel yemekler pişiriliyormuş. Fakat cadı Gretel'e yengeç kabuklarından başka bir şey vermiyormuş. Her sabah cadı kümesin yanına sokuluyor:
- Henzel, parmağını dışarı çıkar bakayım; semirdin mi, semirmedin mi? diye sesleniyormuş.
Fakat Henzel kümesin deliğinden bir kemik parçası uzatıyor, gözleri bulanık gören kocakarı bunu Henzel'in parmağı sanıyormuş. Çocuğun bir türlü yağlanmadığını görerek şaşıyormuş.
Aradan dört hafta geçtiği halde Henzel kendisini hâlâ zayıf gösterince cadının sabrı tükenmiş. Artık daha fazla beklemek istemiyormuş. Bir sabah kıza seslenmiş:
- Gretel, çabuk ol, su taşı... Henzel ister zayıf olsun, ister semiz. Yarın onu kesip pişireceğim.
Zavallı kızcağız suyu taşıdıkça içi parça parça oluyormuş. Gözlerinden yaşlar boşanıyor, bu göz yaşları yanaklarından aşağı dökülüyormuş:
- Tanrım bize yardım et, diye yakarıyormuş. Ne olurdu bizi ormandaki yabancı hayvanlar yeseydiler de kardeşimle bir arada ölmüş olsaydık!..
Cadı bunları duymuş:
- Boşuna soluğunu tüketme, diye bağırmış, sana kimse yardım edemez!
Ertesi sabah erkenden Gretel dışarı çıkarak su dolu kazanı yerine koyacak, ateşi yakacakmış. Kocakarı:
- Önce ekmek pişirelim. Ben fırını kızdırmıştım, hamuru da yuğurmuştum! demiş. Zavallı
Gretel'i fırına doğru itmiş. Fırının ağzından alevler çıkıyormuş. Cadı kadın:
- Gir içeri bakalım demiş, fırın iyice ısınmış mı? Ekmekleri sürebilir miyiz?
Amacı, Gretel fırının içine girince kapısını örtmek, kızcağızı kızartmakmış. Bugün onu da yemek istiyormuş.
Fakat Gretel cadının niyetini sezmiş:
- Fırına nasıl girileceğini bilmiyorum ki!.. demiş. Kocakarı:
- Aptal kaz, diye bağırmış. Fırının ağzı o kadar kocaman ki ben bile içeri girebilirim, işte bak!.. diye fırına yaklaşarak kafasını içeri sokmuş. Bunu üzerine Gretel birden bire kadının arkasına bir tekme yerleştirmiş, cadıyı fırının içine tıkmış, demirden kapağını kapayıp sürgülemiş. Kadın içerden acı acı bağırmaya başlamış ama Gretel buna kulak asmamış. Koşa koşa oradan uzaklaşmış. Kötü yürekli cadı cayır cayır yansın da görsün gününü!.. Gretel hemen Henzel'in yanına gitmiş. Kümesin kapısını açıp bağırmış:
- Henzel, kurtulduk... Yaşlı cadı geberdi... Henzel, kapısı açılan kafesten kurtulan bir kuş gibi, hemen dışarı fırlamış. Çocuklar sevinçten çılgına dönmüşler. Birbirlerinin boynuna atılmışlar, öpüşmüşler, öpüşmüşler... Artık hiçbir şeyden korkuları kalmamış. Cadının evine girmişler. Evin her köşesinde incilerle, değerli taşlarla dolu sandıklar duruyormuş. Henzel:
- Bunlar çakıl taşlarından daha iyi demiş. Ceplerini tıklım tıklım doldurmuş. Gretel:
- Ben de biraz alıp eve götüreceğim demiş. Önlüğünü doldurmuş. Henzel:
- Ama şimdi buradan gitmeliyiz; bu cadılar ormanından çıkmalıyız, demiş. Birkaç saat yol aldıktan sonra büyük bir suyun yanına varmışlar. Henzel:
- Karşıya geçemeyiz ki demiş. Ne bir köprü, ne de bir geçit görüyorum. Burda mini mini bir gemi de yok!.. Gretel:
- Ama bak şurada beyaz bir ördek yüzüyor... kendisinden rica edersek bizi karşıya geçiriverir... demiş, ördeğe seslenmiş:
- Kuzum ördek, canım ördek... Bak Henzel ile Gretel buradalar. Ne köprü var, ne de geçit... Bizi beyaz sırtına al...
Ördek yanlarına gelmiş. Henzel hayvanın sırtına binmiş. Kız kardeşini kendi omuzlarına oturtmak istemiş. Gretel:
- Hayır, demiş, ördek ikimizi birden taşıyamaz... en iyisi bizi teker teker karşıya geçirsin! İyi yürekli hayvancık bunu yapmış. İkisi de sağ ve esen karşıya geçip bir süre yürüdükten sonra, ormanda geçtikleri yerleri gitgide tanımaya başlamışlar. Sonunda uzaktan babalarının evini görmüşler.
Bunun üzerine koşmaya başlamışlar. Eve girince hemen babalarının boynuna atılmışlar. Zavallı adam, çocuklarını ormanda bırakıp döndüğü günden beri hiç rahat yüzü görmemişmiş. Bu aralık karısı da ölmüşmüş.
Gretel önlüğünü yere silkelemiş; incilerle değerli taşlar odanın ortasına yayılmışlar. Henzel de cebindekileri avuç avuç boşaltmış.
O günden sonra bütün üzüntüleri, bütün sıkıntıları sona ermiş. Babayla çocukları büyük bir neşe içinde bir arada yaşayıp gitmişler.
Büyük bir ormanın yakınında bir oduncuyla karısı ve iki çocuğu oturuyorlarmış. Oğlanın adı Henzel, kızınki Gretel'miş. Oduncunun kazancı pek azmış. Günün birinde ülkede kıtlık başgösterince artık kuru ekmeği bile bulup getiremez olmuş.
Bir akşam yatağına uzanıp kendi kendine düşünceye daldığı, üzüntüsünden dolayı yatağın içinde dönüp durduğu sırada içini çekip karısına demiş ki:
- Ne yapacağız? Kendimize bir şey bulamazken bu zavallı yavrularımızı nasıl besleyeceğiz?
Kadın yanıt vermiş:
- Biliyor musun ne yaparız? Yarın sabah erkenden çocukları ormanın en sık yerine götürürüz. Önlerine bir ateş yakarız, ellerine birer parça ekmek veririz. Sonra işimize gideriz; onları yalnız başlarına bırakırız. Çocuklar kendiliklerinden evin yolunu bulamazlar. Böylelikle onları başımızdan savmış oluruz.
Adam:
- Hayır demiş, ben bunu yapamam. Çocuklarımı ormanda yalnız bırakmaya içim nasıl dayansın? Çok geçmeden yabanıl hayvanlar onları paramparça ediverirler.
Kadın kocasına:
- Hadi ordan budala, deli, böyle yapmazsak dördümüz de açlıktan öleceğiz. Sen biçtiğin tahtaları o zaman bize tabut yapmakta kullanırsın... Önerisini kabul ettirinceye kadar ona rahat vermemiş.
Adamcağız:
- Fakat zavallı yavrulara acıyorum! demiş.
Açlık yüzünden çocukların gözlerine de uyku girmemiş; üvey annelerinin, babalarına söylediği sözleri duymuşlarmış. Gretel acı acı ağlıyor; Henzel'e şöyle diyormuş:
- Şimdi bize olanlar oldu! Henzel:
- Sus Gretel, demiş, kederlenme öyle! Ben yapacağımı bilirim.
Büyükler uykuya dalar dalmaz, Henzel ceketini giymiş, yavaşça kapının alt kanadını açmış, dışarı sıvışmış. Parlak bir ay aydınlığı varmış. Evin önündeki çakıl taşları pırıl pırıl parıldıyorlarmış. Henzel eğilmiş, ceketinin cebini bu taşlarla tıka basa doldurmuş. Sonra eve dönmüş. Gretel'e:
- Üzülme sevgili kardeşim, rahat rahat uyu... Tanrı bizi yalnız bırakmaz, demiş; yatağına uzanmış.
Sabahleyin ortalık ağarmaya başlarken kadın gelmiş, çocukları uyandırmış:
- Kalkın bakalım miskinler, demiş, ormana gidip odun getireceğiz. Sonra ellerine birer dilim ekmek vermiş:
- İşte öğleyin yiyeceğiniz ekmek... Vakti gelmeden bunları yiyip bitirirseniz karışmam. Sonra akşama kadar aç dolaşırsınız! demiş.
Gretel ekmekleri göğüslüğünün altına saklamış. Çünkü Henzel'in cepleri taşla doluymuş. Ondan sonra hep birlikte ormana doğru yollanmışlar. Bir süre gittikten sonra Henzel durmaya, başını arkaya çevirerek evlerine bakmaya başlamış. Bunu gören babası:
- Ne diye durup durup arkana bakıyorsun Henzel? Dikkat et, taşlara takılıp düşeceksin, demiş.
Henzel:
- Beyaz kedime bakıyorum babacığım, demiş, damın üstüne oturmuş bana "güle güle" diyor da.
Kadın bunu duyunca:
- Budala demiş, o gördüğün kedi değil; doğan güneştir, bacanın arkasından görünüyor. Aslına bakılırsa Henzel de kediye bakmıyormuş. Cebindeki parlak çakıl taşlarını birer birer yola bırakıyormuş.
Ormana girdikleri zaman baba:
- Haydi bakalım çocuklar demiş, odun toplayın. Üşümeyin diye size ateş yakayım! Henzel ile Gretel çalı çırpı toplayıp getirmişler; bunlardan kocaman bir yığın yapmışlar. Çalılara ateş verilmiş. Alevler yükselmeye başlayınca kadın çocuklara demiş ki:
- Haydi ateşin başına oturun da dinlenin bakayım çocuklar! Biz ormana gidip odun keseceğiz. İşimiz bitince gelir, sizleri alıp götürürüz.
Henzel ile Gretel ateşin karşısına oturmuşlar. Öğle vakti olunca ekmeklerini yemişler. Ormandan gelen balta seslerini işittikleri için babalarının yakın bir yerde olduğunu sanmışlar.
Oysa duydukları bu ses balta sesi değilmiş. Bu bir dalmış. Babaları bu dalı kuru bir ağaca bağlamışmış. Rüzgâr estikçe dal sallanıyor, ağaca çarptıkça "tak, tak" diye sesler çıkarıyormuş. Çocuklar uzun süre oturdukları için uykuları gelmiş, yorgunluktan gözleri kapanmış. İkisi de derin bir uykuya dalmışlar.
Uyandıkları zaman ortalık kapkaranlıkmış. Gece olmuş. Gretel ağlamaya:
- Şimdi ne yapacağız; ormandan nasıl çıkacağız? demeye başlamış. Fakat Henzel onu yatıştırmaya çalışıyor:
- Ay doğuncaya kadar bekle.. Ondan sonra yolumuzu buluruz diyormuş. Testekerlek ay gökte yükselince Henzel küçük kızkardeşinin elinden tutmuş; çakıl taşlarına baka baka yürümeye başlamış. Bunlar, yeni basılmış paralar gibi parıldıyorlar, çocuklara yolu gösteriyorlarmış.
Çocuklar bütün gece yürümüşler. Ortalık ağarırken evlerine varmışlar. Kapıyı çalmışlar. Kadın kapıyı açıp da karşısında Henzel ile Gretel'i görünce:
- Sizi yezit çocuklar sizi, demiş, bu vakte kadar ormanda işiniz neydi bakayım?... Artık sizi dönmeyecek sanmıştık.
Fakat babaları çok sevinmiş. Çünkü onları yalnız bıraktığına pek üzülmüşmüş.
Aradan çok zaman geçmemiş. Her yanda yeniden yoksulluk başgöstermiş. Çocuklar bir gece annelerinin babalarına şöyle dediğini duymuşlar:
- Yine kıtlık başladı. Evde yarım ekmekten başka bir şey kalmadı. Çoğa varmaz, hepimiz açlıktan öleceğiz. Bu çocuklar başımızdan savılmalıdır. Onları bu kez ormanın daha kuytu yerine götürelim. O zaman yolu bulamazlar. Başka türlü kurtuluş çaremiz kalmadı.
Bu sözler adamın içini sızlatmış. Kendi kendine:
- Son lokmanı çocuklarınla paylaşsan daha iyi olur! diye düşünmüş. Fakat kadın dediğinden dönmüyor, adamı durmadan zorluyormuş. Mademki birinci defasında kadının dediğini yapmış, çocukları ormanda yalnız bırakıp dönmüş. Bunu ikinci kez de yapması gerekiyormuş.
Çocuklar henüz uyanıkmışlar. Konuşulanları dinlemişlermiş. Büyükler uykuya dalınca Henzel yine yataktan kalkmış. Önceki gibi dışarı giderek çakıl taşları toplamak istiyormuş. Fakat kadın kapıyı kilitlemişmiş.
Henzel dışarı çıkamamış, ama kızkardeşini avutmaktan da geri durmuyormuş:
- Ağlama Gretel diyormuş, rahat uyu, Tanrı bize yardım eder!
Sabahleyin erkenden kadın gelmiş, çocukları yataktan kaldırmış. Ellerine birer parça
ekmek vermiş ama bu seferki ekmekler öncekilerden daha azmış. Ormana giden yolda Henzel cebindeki ekmeği ufalamış. Sık sık durarak kırıntılarını geçtiği yerlere dökmeye başlamış.
Babası:
- Henzel demiş, yollarda niçin duruyorsun? Yürüsene! Henzel:
- Güvercinime bakıyorum demiş, damın üstüne oturmuş; bana "güle güle" diyor da... Kadın söze karışmış:
- Budala demiş, o gördüğün güvercin değil; doğan güneş!.. Bacanın üstünden görünüyor... Fakat Henzel ekmek kırıntılarını yola serpmeyi sürdürmüş.
Kadın çocukları ormanın daha içlerine götürmüş. Bugüne kadar buralara hiç gelmemişlermiş. Sonra büyük bir ateş yakılmış. Anne:
- Burada oturacaksınız çocuklar demiş. Yorulursanız bir parça uyuyabilirsiniz. Biz ormandan odun keseceğiz. Akşam üzeri gelir, sizi alıp götürürüz!
Öğle vakti Gretel ekmeğini ortasından bölmüş, kardeşine vermiş. Bir parçasını da kendisi yemiş. Çünkü Henzel kendi payını ufalayarak yollara serpmişmiş. Sonra uykuya dalmışlar...
Akşam olup geçmiş ama zavallıların yanına kimseler gelmemiş. Çocuklar ancak ortalık karardıktan sonra uyanmışlar. Henzel küçük kız kardeşini avutmaya çalışıyor:
- Ay doğuncaya kadar bekle Gretel diyormuş, o zaman serptiğim ekmek kırıntılarını görürüz. Bunlar bize evimizin yolunu gösterirler.
Ay doğunca çocuklar ayağa kalkmışlar, fakat ekmek kırıntılarını bulamamışlar. Çünkü ormanlarda, kırlarda dolaşan binlerce kuş bunları toplayıp yemişlermiş.
Bunun üzerine Henzel Gretel'e:
- Korkma, nasıl olsa yolumuzu bulacağız demiş; ama bu yolu bir türlü bulamamışlar. Bütün gece, ertesi gün sabahtan akşama kadar gitmişler; ormandan dışarı çıkamamışlar. Karınları da çok acıkmışmış. Yerde duran birkaç yemiş tanesinden başka yiyecek bir şeyleri yokmuş. Çok yorgun oldukları için yürüyecek güçleri de kalmamışmış. Bir ağacın altına uzanmışlar, uykuya dalmışlar.
Çocuklar baba evinden ayrılalı üç gün olmuş. Yine yürümeye başlamışlar. Fakat gittikçe ormanın daha derin, daha kuytu yanlarına varıyorlarmış. Tez vakitte kendilerine yardım eden bulunmazsa yok olacaklarmış. Öyle vakti bir dal üzerine konmuş güzel, apak bir kuş görmüşler. Bu kuş o kadar güzel ötüyormuş ki, çocuklar oldukları yerde kalmışlar. Onu dinlemişler. Kuş ötmesi bitince kanatlarını çırpmış; önlerinden geçmiş. Çocuklar kuşun peşinden gitmişler. Sonunda kuş küçük bir evin önüne varmış, damına konmuş. Çocuklar eve yaklaşınca, bunun ekmeklerden yapılmış olduğunu, çöreklerle örtülü bulunduğunu görmüşler. Evin pencerelerinde cam yerine akide şekerleri varmış. Henzel:
- Haydi içeriye girelim de karnımızı doyuralım! demiş. Ben saçağın bir parçasını yiyeceğim, Gretel, istersen pencerelerden birini de sen ye!..
Henzel uzanmış; tadına bakmak üzere, saçaktan bir parça koparmış. Gretel ise pencereye yaklaşarak camını kırmaya başlamış.
Onlar böyle uğraşırken içerden ince bir ses duyulmuş;
- Kim karıştırıyor? Bu tıkırtı ne? Çocuklar:
- Rüzgâr... Rüzgâr... demişler. Ellerindeki parçaları telaşa düşmeden yemeyi sürdürmüşler. Saçaktan aldığı parça çok hoşuna gittiği için Henzel iri bir dilim daha koparmış. Gretel de pencereden ikinci bir parça daha sökmüş. Yere oturmuş, yemeğe başlamış.
Bu sırada kapı birdenbire açılmış; Çok yaşlı bir kadın koltuk değneklerine dayana dayana dışarı çıkmış. Henzel ile Gretel o kadar korkmuşlar ki, ellerindekiler yere düşmüş. Kocakarı başını sallayarak:
- Aman ne sevimli çocuklar! demiş. Sizi buraya kim getirdi bakayım?.. Haydi gelin içeriye; yanımda kalın... Size benden hiçbir zarar gelmez, korkmayın! Sonra ikisini de ellerinden tutmuş, içeriye almış. Evde onlara güzel yemekler çıkarmış: süt, şekerli çörekler, elmalar, cevizler... Sonra bembeyaz örtülü iki güzel yatak sermiş. Henzel ile Gretel içine girmişler. Burası o kadar rahatmış ki, çocuklar kendilerini cennette sanmışlar.
Kocakarı kendini çocuklara iyi yürekli bir insan olarak göstermiş ama aslında kötülük yapmayı sever bir cadıymış. Çocukları aldatarak eline geçirirmiş. Bu ekmekten kulübeyi de, onları avlamak için yaptırmışmış. Eline bir çocuk geçti mi onu öldürür, sonra pişirip yermiş. Böyle günlerde sevincinden bayram yaparmış. Cadıların gözleri kırmızı olur, uzakları göremezler. Fakat duyuları hayvanlar gibi güçlü olur, bir insanın yaklaştığını sezerler.
Henzel ile Gretel de eve yaklaştıkları zaman cadı kötü kötü gülmüş:
- Bunlar elime geçti demektir. Artık kurtulamazlar!.. demiş.
O sabah erkenden, daha çocuklar uyanmadan yataktan kalkmış. Çocukların mışıl mışıl uyuyuşlarını, al al olmuş tombul yanaklarını seyretmiş. Kendi kendine mırıldanmış:
- Bunlar tam dişime göre birer lokma olacaklar!..
Sonra Henzel'i kuru elleriyle yakalamış; küçük bir kümese götürmüş, kümesin parmaklıklı kapısını kapamış. Artık istediği kadar bağırıp çağırsın, kaç para eder bakalım?.. Daha
sonra Gretel'e gitmiş; kızcağızı tartaklayarak uyandırmış:
- Kalk bakayım miskin! diye bağırmış, kalk da eve su taşı! Dışarda kümesin içinde kapalı olan kardeşine bir şeyler pişir de biraz semirsin... İyice yağlandıktan sonra onu yiyeceğim. Bunları duyan Gretel acı acı ağlamaya başlamış. Fakat ne yapsa yararsız! Kötü yürekli cadı ne derse yapmak zorundaymış.
Zavallı Henzel'e en güzel yemekler pişiriliyormuş. Fakat cadı Gretel'e yengeç kabuklarından başka bir şey vermiyormuş. Her sabah cadı kümesin yanına sokuluyor:
- Henzel, parmağını dışarı çıkar bakayım; semirdin mi, semirmedin mi? diye sesleniyormuş.
Fakat Henzel kümesin deliğinden bir kemik parçası uzatıyor, gözleri bulanık gören kocakarı bunu Henzel'in parmağı sanıyormuş. Çocuğun bir türlü yağlanmadığını görerek şaşıyormuş.
Aradan dört hafta geçtiği halde Henzel kendisini hâlâ zayıf gösterince cadının sabrı tükenmiş. Artık daha fazla beklemek istemiyormuş. Bir sabah kıza seslenmiş:
- Gretel, çabuk ol, su taşı... Henzel ister zayıf olsun, ister semiz. Yarın onu kesip pişireceğim.
Zavallı kızcağız suyu taşıdıkça içi parça parça oluyormuş. Gözlerinden yaşlar boşanıyor, bu göz yaşları yanaklarından aşağı dökülüyormuş:
- Tanrım bize yardım et, diye yakarıyormuş. Ne olurdu bizi ormandaki yabancı hayvanlar yeseydiler de kardeşimle bir arada ölmüş olsaydık!..
Cadı bunları duymuş:
- Boşuna soluğunu tüketme, diye bağırmış, sana kimse yardım edemez!
Ertesi sabah erkenden Gretel dışarı çıkarak su dolu kazanı yerine koyacak, ateşi yakacakmış. Kocakarı:
- Önce ekmek pişirelim. Ben fırını kızdırmıştım, hamuru da yuğurmuştum! demiş. Zavallı
Gretel'i fırına doğru itmiş. Fırının ağzından alevler çıkıyormuş. Cadı kadın:
- Gir içeri bakalım demiş, fırın iyice ısınmış mı? Ekmekleri sürebilir miyiz?
Amacı, Gretel fırının içine girince kapısını örtmek, kızcağızı kızartmakmış. Bugün onu da yemek istiyormuş.
Fakat Gretel cadının niyetini sezmiş:
- Fırına nasıl girileceğini bilmiyorum ki!.. demiş. Kocakarı:
- Aptal kaz, diye bağırmış. Fırının ağzı o kadar kocaman ki ben bile içeri girebilirim, işte bak!.. diye fırına yaklaşarak kafasını içeri sokmuş. Bunu üzerine Gretel birden bire kadının arkasına bir tekme yerleştirmiş, cadıyı fırının içine tıkmış, demirden kapağını kapayıp sürgülemiş. Kadın içerden acı acı bağırmaya başlamış ama Gretel buna kulak asmamış. Koşa koşa oradan uzaklaşmış. Kötü yürekli cadı cayır cayır yansın da görsün gününü!.. Gretel hemen Henzel'in yanına gitmiş. Kümesin kapısını açıp bağırmış:
- Henzel, kurtulduk... Yaşlı cadı geberdi... Henzel, kapısı açılan kafesten kurtulan bir kuş gibi, hemen dışarı fırlamış. Çocuklar sevinçten çılgına dönmüşler. Birbirlerinin boynuna atılmışlar, öpüşmüşler, öpüşmüşler... Artık hiçbir şeyden korkuları kalmamış. Cadının evine girmişler. Evin her köşesinde incilerle, değerli taşlarla dolu sandıklar duruyormuş. Henzel:
- Bunlar çakıl taşlarından daha iyi demiş. Ceplerini tıklım tıklım doldurmuş. Gretel:
- Ben de biraz alıp eve götüreceğim demiş. Önlüğünü doldurmuş. Henzel:
- Ama şimdi buradan gitmeliyiz; bu cadılar ormanından çıkmalıyız, demiş. Birkaç saat yol aldıktan sonra büyük bir suyun yanına varmışlar. Henzel:
- Karşıya geçemeyiz ki demiş. Ne bir köprü, ne de bir geçit görüyorum. Burda mini mini bir gemi de yok!.. Gretel:
- Ama bak şurada beyaz bir ördek yüzüyor... kendisinden rica edersek bizi karşıya geçiriverir... demiş, ördeğe seslenmiş:
- Kuzum ördek, canım ördek... Bak Henzel ile Gretel buradalar. Ne köprü var, ne de geçit... Bizi beyaz sırtına al...
Ördek yanlarına gelmiş. Henzel hayvanın sırtına binmiş. Kız kardeşini kendi omuzlarına oturtmak istemiş. Gretel:
- Hayır, demiş, ördek ikimizi birden taşıyamaz... en iyisi bizi teker teker karşıya geçirsin! İyi yürekli hayvancık bunu yapmış. İkisi de sağ ve esen karşıya geçip bir süre yürüdükten sonra, ormanda geçtikleri yerleri gitgide tanımaya başlamışlar. Sonunda uzaktan babalarının evini görmüşler.
Bunun üzerine koşmaya başlamışlar. Eve girince hemen babalarının boynuna atılmışlar. Zavallı adam, çocuklarını ormanda bırakıp döndüğü günden beri hiç rahat yüzü görmemişmiş. Bu aralık karısı da ölmüşmüş.
Gretel önlüğünü yere silkelemiş; incilerle değerli taşlar odanın ortasına yayılmışlar. Henzel de cebindekileri avuç avuç boşaltmış.
O günden sonra bütün üzüntüleri, bütün sıkıntıları sona ermiş. Babayla çocukları büyük bir neşe içinde bir arada yaşayıp gitmişler.
KÜL KEDİSİ
engüzel masallar , grimm kardeşler , hikaye , hikayeler , KÜL KEDİSİ , masal , masallar 0
by:Prayag Verma
KÜL KEDİSİ
Zengin bir adamın karısı hastalanmış. Kadın ömrünün sona erdiğini anlayınca biricik kızını yatağının yanına çağırmış:
- Yavrum, demiş, iyi yürekli, uslu olursan Tanrı hep seninle birlikte olacaktır. Ben seni cennetten seyredeceğim, seni koruyacağım!
Bunları söyledikten sonra da gözlerini kapamış, ölmüş.
Kız her gün annesinin mezarına gider, gözyaşı döker; iyi yürekli, uslu bir kız olmaya çalışırmış.
Kış gelince kar mezarın üzerine beyaz bir örtü örtmüş. İlkyazda güneş bu kardan örtüyü sıyırıp kaldırdığı sırada adam bir başka kadın almış.
Kadın eve iki kızını da birlikte getirmiş. Kızlar görünüşte güzel, beyaz şeylermiş ama yürekleri hem kötü, hem de karaymış. Artık zavallı üvey kız için kötü günler başlamış. Kızlar aralarında şöyle konuşurlarmış:
- Bu aptal kız hep yanımızda mı oturacak böyle?.. İnsan yediği ekmeği hak etmeli!.. Cehennem olsun buradan şu hizmetçi kılıklı şey...
Kızın güzel giysilerini üzerinden soyup almışlar. Soluk, eski bir entari giydirmişler. Ayaklarına birer takunya geçirmişler:
- Aman şu kurumlu prensese bakın! Ne de süslenmiş!
diye alay etmişler. Kızı mutfağa yollamışlar.
Kızcağız burada sabahtan akşama kadar en ağır işleri görmeye başlamış. Gün doğmadan kalkar, su taşır, ateşi yakar, yemek pişirir, kirlileri yıkarmış. Üstelik kızkardeşler ona türlü muziplikler yaparlar, onunla eğlenirler, küllerin içine bezelyeleri, mercimekleri dökerler; kız oturup bunları ayıklarmış. Akşamları yorgun düşünce de ona bir lokma ekmek vermezlermiş. Zavallı kız ocağın başında küllerin yanına uzanıp yatarmış. Bu yüzden üstü başı her zaman tozlu, kirli olduğu için ona "kül kedisi" adını takmışlar.
Gel zaman, git zaman... Bir gün babaları panayıra gitmek istemiş. Üvey kızlarına "size ne getireyim?" diye sormuş. Biri:
- Süslü giysiler! demiş. Öbürü:
- İnciler, elmaslar!.. demiş.
- Ya sen ne istersin kül kedisi?
- Babacığım, eve dönerken şapkanıza dokunacak ilk dal parçasını bana getiriniz!
Adam iki üvey kızına süslü giysiler, inciler, elmaslar almış. Dönüşte yeşil bir korudan atla geçerken şapkasına bir fındık dalı dokunmuş. Bu dalı kırmış, yanına almış. Eve gelince üvey kızlarına istedikleri şeyleri vermiş. Kül kedisine de fındıklıktan kopardığı dalı vermiş. Kül kedisi teşekkür etmiş, doğru annesinin mezarına gitmiş, bu dalı mezarın üstüne dikmiş. Sonra gözyaşlarıyla onu sulamış. Dal tutmuş, güzel bir ağaç olmuş. Kül kedisi günde üç kez bu ağacın altına gider, göz yaşlarını akıtarak yakarırmış. Her defasında da bir ak kuş gelip dallara konarmış. Kız bir şey istedi mi, kuş oradan aşağı bunu atarmış.
Günün birinde kral üç gün, üç gece süren bir eğlenti hazırlamış. Bu eğlentiye ülkenin bütün güzel kızları çağrılıymış. Kralın oğlu bu kızlar arasından bir nişanlı seçecekmiş de ondan... İki kızkardeş, bu törende bulunacaklarını duyunca sevinmişler. Hemen kül kedisini çağırmışlar:
- Saçlarımızı tara... Pabuçlarımızı fırçala... Tokalarımızı ilikle... Kralın sarayındaki eğlentiye gidiyoruz! demişler.
Kül kedisi dediklerini yapmış ama ağlaya ağlaya... Çünkü o da bu eğlentiye gitmek istiyormuş. Üvey annesine gidip yalvarmış, izin istemiş. Kadın:
- Hay kül kedisi hay, demiş. Şu kirin pasınla düğüne de mi gideceksin? Ne giysin var, ne de pabucun... Bir de dans etmek mi istiyorsun?
Kız durmadan yalvarıp yakarınca:
- Bak, bir tencere dolusu bezelyeyi küle döktüm... İki saat içinde bunları ayıklayıp toplarsan eğlentiye gidebilirsin! demiş.
Kız arka kapıdan bahçeye çıkmış:
- Sevgili güvercinler... Kumrular... Gökyüzünün bütün kuşları... gelin, bana yardım edin de şunları ayıklayalım. İyileri şu kaba... Kötüleri kursağa!.. diye bağırmış...
Bunun üzerine mutfağın penceresinden içeriye önce iki beyaz güvercin girmiş; arkalarından kumrular, onlardan sonra da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler, külün çevresine dizilmişler. Güvercinler küçücük kafalarını eğerek tık tık tık tık diye işe koyulmuşlar. Öbür kuşlar da tık tık tık tık diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp tencereye doldurmuşlar. Daha bir saat bile geçmeden iş bitmiş, kuşlar uçup gitmişler. Kız tencereyi üvey annesine götürmüş. Artık düğüne gidebileceğini umarak seviniyormuş. Fakat kadın:
- Hayır, kül kedisi, demiş, giysin yok.. Dans edemezsin. Herkes seninle alay eder.
Kız ağlayınca:
- İki tencere dolusu bezelyeyi bir saat içinde küllerin içinden ayıklayabilirsen gidersin!
demiş.
Kadın bunu söylerken içinden "nasıl olsa yapamaz!" diye düşünürmüş. Kadın iki tencere bezelyeyi küllerin içine boşaltmış. Kız yine arka kapıdan bahçeye çıkmış:
- Sevgili güvercinler... Kumrular... Gökyüzünün bütün kuşları!.. Gelin, bana yardım edin de şunları ayıklayalım! İyileri şu kaba... Kötüleri kursağa!
Bunun üzerine mutfağın penceresinden içeriye önce iki beyaz güvercin girmiş. Arkalarından kumrular, onlardan sonra da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler, külün çevresine dizilmişler. Güvercinler küçücük kafalarını eğerek tık tık tık tık diye işe koyulmuşlar. Öbür kuşlar da tık tık tık tık diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp tencerelere doldurmuşlar. Daha yarım saat bile geçmeden iş bitmiş, kuşlar uçup gitmişler. Sonra kız tencereleri üvey annesine götürmüş. Artık eğlentiye gidebileceğini umarak seviniyormuş. Fakat kadın:
- Bunların hiçbirinin yararı yok. Gidemezsin... Çünkü giysin yok, dans edemezsin. Yanımızdayken senden utanırız! demiş.
Sonra kıza arkasını dönmüş; iki kibirli kızıyla birlikte acele acele çıkıp gitmiş.
Evde kimseler kalmayınca, kül kedisi, annesinin mezarına, fındık ağacının altına gitmiş:
"Sallan, silkin minik ağaç!" "Üstüme altın gümüş saç!"
diye seslenmiş. Kuş ağaçtan aşağı sırma ve kılaptan işlemeli bir giysiyle gümüşlü lameden bir iskarpin atmış. Kız çabucak bunları giymiş, eğlentiye gitmiş. Ne kızkardeşleri, ne de üvey annesi onu tanıyamamış. Bunun yabancı bir prenses olduğunu sanmışlar. Altın sırmalı giysiler içinde kız o kadar güzel görünüyormuş ki... Hiçbiri kül kedisini aklına getirmiyor; evde kir pas içinde oturduğunu, küller içinden bezelye taneleri ayıkladığını sanıyorlarmış. Prens kıza doğru gelmiş, elinden tutmuş, onunla dans etmiş. Bir daha da kızın elini elinden ayırmamış. Artık kimseyle dans etmek de istememiş. Bir başkası gelip
de onu dansa kaldırmak isterse: "benim dans arkadaşım bu!" dermiş. Kız akşama kadar dans etmiş. Sonra eve dönmek istemiş. Fakat Prens:
- Seninle birlikte geleceğim! demiş.
Anlaşılan, kimin kızı olduğunu öğrenmek istiyormuş. Kız bir kolayını bulup oradan sıvışmış, güvercinliğe girmiş. Prens beklemiş durmuş. Babası gelince yabancı bir kızın güvercinliğe girdiğini söylemiş. Yaşlı adam içinden "sakın bu kız kül kedisi olmasın?" demiş. Güvercinliği yıkmak için kazmayla balta getirmiş ama içinde kimseyi bulamamışlar.
Kadınla kızları eve döndükleri zaman kül kedisini kirli giysileriyle küller içinde yatar bulmuşlar. Bacanın içinde donuk ışıklı bir yağ lambası yanıyormuş. Kül kedisi güvercinliğin arkasından atlayıp kaçmış. Koşa koşa doğru fındık ağacına gitmişmiş. Orada güzel giysileri çıkarmış, mezarın üzerine koymuş. Kuş da bunları alıp götürmüş. Sonra soluk renkli entarisini giymiş, mutfağa girip küllerin yanına oturmuş.
Ertesi gün eğlenti yeniden başlayıp da evdekiler gidince, kül kedisi yine fındık ağacına koşmuş:
"Sallan, silkin minik ağaç!" "Üstüme altın gümüş saç!"
demiş. Bunun üzerine kuş, dünkünden daha gösterişli bir giysi atmış. Kız bu giysiyi giyip eğlenti yerinde görününce herkes güzelliğine parmak ısırmış. Prens de o gelinceye kadar beklemişmiş. Hemen elinden tutmuş. Yalnızca onunla dans etmiş. Başkaları gelip de ona dans önerdikleri zaman: "benim dans arkadaşım bu!" demiş.
Akşam olunca kız gitmek istemiş. Prens peşine takılmış. Hangi eve girdiğini görmek istiyormuş. Fakat kız yine sıvışmış; evin arkasındaki bahçeye girivermiş. Bahçede güzel, iri bir ağaç varmış. Üzerinde nefis armutlar sallanıyormuş. Kız, tıpkı dallar arasındaki bir sincap gibi, ağaca tırmanmış. Prens onun nereye gittiğini anlayamamış ama babası gelinceye kadar beklemiş:
- Yabancı kız sıvışıp gitti. Galiba armut ağacının tepesine çıktı! demiş.
Babası içinden: "Bu kül kedisi olmasın sakın!" demiş. Balta getirtmiş, ağacı devirmiş ama üzerinde kimse yokmuş. Mutfağa girdikleri zaman kül kedisini orada, her zamanki gibi, küllerin yanında yatar görmüşler. Çünkü kız ağacın öbür yanından inmiş, fındık ağacındaki kuşa gidip güzel giysileri teslim etmiş, kendi soluk renkli entarisini giymişmiş. Üçüncü gün üvey annesi, babası, kızkardeşleri evden çıkar çıkmaz, kül kedisi yine annesinin mezarına gitmiş, ağaca seslenmiş:
"Silkin, sallan minik ağaç!" "Üstüme altın gümüş saç!"
Bunun üzerine kuş kıza öyle bir giysi atmış ki, o güne kadar böyle süslü, böyle göz kamaştırıcı bir giysi kimsenin sırtında görülmemişmiş. Pabuçlar da som altından işlemeliymiş. Kız bu giysileri giyerek eğlenti yerine varınca, herkes şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememiş. Prens yine yalnızca onunla dans etmiş. Biri gelip ona dans önerse: "benim dans arkadaşım bu!" dermiş.
Akşam olunca kül kedisi gitmek istemiş. Prens de onu evine kadar götürmeye kalkmış. Fakat kız öyle bir koşmaya başlamış ki, oğlan peşinden yetişememiş.
Gel gelelim, prens bu kez bir kurnazlık düşünmüş: Bütün merdivenlere zift sıvatmış. Kız koşa koşa inerken sol ayağının pabucu bunlara yapışıp kalmış. Prens eğilip bu tek pabucu almış. Mini mini, cici bici, som altınla işlenmiş bir pabuç...
Ertesi sabah bu pabuçla birlikte adama gitmiş:
- Ayağına bu pabuç uyan kızdan başkasıyla evlenemem! demiş.
Bu sözleri işitince kızkardeşlerin ikisi de sevinmişler. Çünkü bunların ayakları pek güzelmiş. Büyük kız pabuçla birlikte odaya gitmiş, ayağına giymek istemiş. Annesi de yanındaymış. Fakat kızın baş parmağı bir türlü pabuca sığmamış. Bunun üzerine annesi kızına bir bıçak vermiş:
- Parmağını kes! demiş, kraliçe olunca zaten yaya yürümene gerek kalmayacak!
Kız parmağını kesmiş. Ayağını zorla pabuca sokmuş. Acıdan dişlerini sıka sıka dışarı çıkmış. Prense görünmüş. Bunun üzerine oğlan kıza nişanlısı gözüyle bakmış. Onu atına bindirmiş. Birlikte çıkıp gitmişler. Yolları mezarın yanından geçiyormuş. Oradaki fındık ağacının üstünde duran iki güvercin seslenmişler:
Pabuç çok dar, içi kanlı
Evde bekler öz nişanlı!
Oğlan kızın ayağına bakmış, kanlar aktığını görmüş. Atın başını çevirmiş... Bu uydurma nişanlıyı evine götürüp bırakmış. Asıl nişanlının bu kız olmadığını söylemiş.
Bu sefer öbür kızkardeşe pabucu giydirmek istemişler. Kız odaya girmiş. Parmakları rahatça pabuca girmiş ama topuğu fazla gelmiş. Bunun üzerine annesi bir bıçak vermiş:
- Topuğundan bir parçasını kes... Kraliçe olunca yaya yürümene gerek kalmayacak zaten!
demiş.
Kız topuğundan bir parça kesmiş. Ayağını zorla pabuca sokmuş. Dişlerini sıka sıka dışarı çıkmış, prense görünmüş. Oğlan kıza nişanlısı gözüyle bakmış. Onu atına bindirmiş. Birlikte çıkıp gitmişler. Fındık ağacının önünden geçerlerken, dallardaki iki güvercin seslenmiş:
Pabuç çok dar, içi kanlı
Evde bekler öz nişanlı!
Oğlan kızın ayağına bakmış, pabuçtan kanlar aktığını, beyaz çorabı kıpkızıl boyadığını görmüş. Atının başını çevirmiş... Bu uydurma nişanlıyı da evine götürüp bırakmış: "Bu da asıl nişanlı değil; başka kızınız yok mu?" demiş. Adam:
- Hayır demiş, yalnızca ölen karımdan kalan küçük, kılıksız bir kül kedisi var şurda... Ama o size nişanlı olamaz ki...
Prens bu kızı da yukarı yollamasını istemiş: Fakat anne:
- Hayır, hayır, demiş üstü başı pek kirli... Bu kılıkla görünmesi doğru değil!
Fakat oğlan kızı kesinlikle görmek istemiş. Bunun üzerine kül kedisini çağırmışlar. Kız önce ellerini, yüzünü yıkamış, temizlenmiş. Sonra içeri girmiş. Yerlere kadar eğilerek prensi selamlamış. Oğlan kıza sırmalı pabucu uzatmış. Kız bir iskemleye oturmuş. Ayağındaki kaba takunyaları çıkarmış, pabucu giymiş, pabuç ayağına tıpa tıp gelmiş. Kız doğrulup da prens yüzüne bakınca, bunun, dans ettiği kız olduğunu anlamış:
- İşte asıl nişanlım! demiş.
Üvey anneyle iki kızkardeş korkmuşlar, Öfkeden sapsarı olmuşlar. Oğlan kül kedisini atına bindirmiş. Birlikte çıkıp gitmişler. Fındık ağacının önünden geçerlerken iki beyaz güvercin seslenmiş:
Pabuç uygun, içi kansız, Nişanlındır işte bu kız!"
Kuşlar bunu söyler söylemez, uçup gitmişler. Kül kedisinin omuzlarına konmuşlar. Sanki
kızın mutluluğuna katılmak istiyorlarmış. Genç nişanlılar kiliseye giderlerken, üvey kızkardeşlerden büyüğü sağda, küçüğü solda yürüyormuş. Güvercinler bunların birer gözlerini gagalayıp oymuşlar. Dönüşte büyük kız solda, küçük kız sağda yürüyormuş. Bu kez de güvercinler öbür gözlerini gagalayıp oymuşlar. Böylece kızlar kötülüklerinin, ahlaksızlıklarının cezasını ömürlerinin sonuna kadar kör olarak çekip durmuşlar.
Zengin bir adamın karısı hastalanmış. Kadın ömrünün sona erdiğini anlayınca biricik kızını yatağının yanına çağırmış:
- Yavrum, demiş, iyi yürekli, uslu olursan Tanrı hep seninle birlikte olacaktır. Ben seni cennetten seyredeceğim, seni koruyacağım!
Bunları söyledikten sonra da gözlerini kapamış, ölmüş.
Kız her gün annesinin mezarına gider, gözyaşı döker; iyi yürekli, uslu bir kız olmaya çalışırmış.
Kış gelince kar mezarın üzerine beyaz bir örtü örtmüş. İlkyazda güneş bu kardan örtüyü sıyırıp kaldırdığı sırada adam bir başka kadın almış.
Kadın eve iki kızını da birlikte getirmiş. Kızlar görünüşte güzel, beyaz şeylermiş ama yürekleri hem kötü, hem de karaymış. Artık zavallı üvey kız için kötü günler başlamış. Kızlar aralarında şöyle konuşurlarmış:
- Bu aptal kız hep yanımızda mı oturacak böyle?.. İnsan yediği ekmeği hak etmeli!.. Cehennem olsun buradan şu hizmetçi kılıklı şey...
Kızın güzel giysilerini üzerinden soyup almışlar. Soluk, eski bir entari giydirmişler. Ayaklarına birer takunya geçirmişler:
- Aman şu kurumlu prensese bakın! Ne de süslenmiş!
diye alay etmişler. Kızı mutfağa yollamışlar.
Kızcağız burada sabahtan akşama kadar en ağır işleri görmeye başlamış. Gün doğmadan kalkar, su taşır, ateşi yakar, yemek pişirir, kirlileri yıkarmış. Üstelik kızkardeşler ona türlü muziplikler yaparlar, onunla eğlenirler, küllerin içine bezelyeleri, mercimekleri dökerler; kız oturup bunları ayıklarmış. Akşamları yorgun düşünce de ona bir lokma ekmek vermezlermiş. Zavallı kız ocağın başında küllerin yanına uzanıp yatarmış. Bu yüzden üstü başı her zaman tozlu, kirli olduğu için ona "kül kedisi" adını takmışlar.
Gel zaman, git zaman... Bir gün babaları panayıra gitmek istemiş. Üvey kızlarına "size ne getireyim?" diye sormuş. Biri:
- Süslü giysiler! demiş. Öbürü:
- İnciler, elmaslar!.. demiş.
- Ya sen ne istersin kül kedisi?
- Babacığım, eve dönerken şapkanıza dokunacak ilk dal parçasını bana getiriniz!
Adam iki üvey kızına süslü giysiler, inciler, elmaslar almış. Dönüşte yeşil bir korudan atla geçerken şapkasına bir fındık dalı dokunmuş. Bu dalı kırmış, yanına almış. Eve gelince üvey kızlarına istedikleri şeyleri vermiş. Kül kedisine de fındıklıktan kopardığı dalı vermiş. Kül kedisi teşekkür etmiş, doğru annesinin mezarına gitmiş, bu dalı mezarın üstüne dikmiş. Sonra gözyaşlarıyla onu sulamış. Dal tutmuş, güzel bir ağaç olmuş. Kül kedisi günde üç kez bu ağacın altına gider, göz yaşlarını akıtarak yakarırmış. Her defasında da bir ak kuş gelip dallara konarmış. Kız bir şey istedi mi, kuş oradan aşağı bunu atarmış.
Günün birinde kral üç gün, üç gece süren bir eğlenti hazırlamış. Bu eğlentiye ülkenin bütün güzel kızları çağrılıymış. Kralın oğlu bu kızlar arasından bir nişanlı seçecekmiş de ondan... İki kızkardeş, bu törende bulunacaklarını duyunca sevinmişler. Hemen kül kedisini çağırmışlar:
- Saçlarımızı tara... Pabuçlarımızı fırçala... Tokalarımızı ilikle... Kralın sarayındaki eğlentiye gidiyoruz! demişler.
Kül kedisi dediklerini yapmış ama ağlaya ağlaya... Çünkü o da bu eğlentiye gitmek istiyormuş. Üvey annesine gidip yalvarmış, izin istemiş. Kadın:
- Hay kül kedisi hay, demiş. Şu kirin pasınla düğüne de mi gideceksin? Ne giysin var, ne de pabucun... Bir de dans etmek mi istiyorsun?
Kız durmadan yalvarıp yakarınca:
- Bak, bir tencere dolusu bezelyeyi küle döktüm... İki saat içinde bunları ayıklayıp toplarsan eğlentiye gidebilirsin! demiş.
Kız arka kapıdan bahçeye çıkmış:
- Sevgili güvercinler... Kumrular... Gökyüzünün bütün kuşları... gelin, bana yardım edin de şunları ayıklayalım. İyileri şu kaba... Kötüleri kursağa!.. diye bağırmış...
Bunun üzerine mutfağın penceresinden içeriye önce iki beyaz güvercin girmiş; arkalarından kumrular, onlardan sonra da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler, külün çevresine dizilmişler. Güvercinler küçücük kafalarını eğerek tık tık tık tık diye işe koyulmuşlar. Öbür kuşlar da tık tık tık tık diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp tencereye doldurmuşlar. Daha bir saat bile geçmeden iş bitmiş, kuşlar uçup gitmişler. Kız tencereyi üvey annesine götürmüş. Artık düğüne gidebileceğini umarak seviniyormuş. Fakat kadın:
- Hayır, kül kedisi, demiş, giysin yok.. Dans edemezsin. Herkes seninle alay eder.
Kız ağlayınca:
- İki tencere dolusu bezelyeyi bir saat içinde küllerin içinden ayıklayabilirsen gidersin!
demiş.
Kadın bunu söylerken içinden "nasıl olsa yapamaz!" diye düşünürmüş. Kadın iki tencere bezelyeyi küllerin içine boşaltmış. Kız yine arka kapıdan bahçeye çıkmış:
- Sevgili güvercinler... Kumrular... Gökyüzünün bütün kuşları!.. Gelin, bana yardım edin de şunları ayıklayalım! İyileri şu kaba... Kötüleri kursağa!
Bunun üzerine mutfağın penceresinden içeriye önce iki beyaz güvercin girmiş. Arkalarından kumrular, onlardan sonra da gökteki bütün kuşlar pır pır uçarak gelmişler, külün çevresine dizilmişler. Güvercinler küçücük kafalarını eğerek tık tık tık tık diye işe koyulmuşlar. Öbür kuşlar da tık tık tık tık diye iyi bezelye tanelerini ayıklayıp tencerelere doldurmuşlar. Daha yarım saat bile geçmeden iş bitmiş, kuşlar uçup gitmişler. Sonra kız tencereleri üvey annesine götürmüş. Artık eğlentiye gidebileceğini umarak seviniyormuş. Fakat kadın:
- Bunların hiçbirinin yararı yok. Gidemezsin... Çünkü giysin yok, dans edemezsin. Yanımızdayken senden utanırız! demiş.
Sonra kıza arkasını dönmüş; iki kibirli kızıyla birlikte acele acele çıkıp gitmiş.
Evde kimseler kalmayınca, kül kedisi, annesinin mezarına, fındık ağacının altına gitmiş:
"Sallan, silkin minik ağaç!" "Üstüme altın gümüş saç!"
diye seslenmiş. Kuş ağaçtan aşağı sırma ve kılaptan işlemeli bir giysiyle gümüşlü lameden bir iskarpin atmış. Kız çabucak bunları giymiş, eğlentiye gitmiş. Ne kızkardeşleri, ne de üvey annesi onu tanıyamamış. Bunun yabancı bir prenses olduğunu sanmışlar. Altın sırmalı giysiler içinde kız o kadar güzel görünüyormuş ki... Hiçbiri kül kedisini aklına getirmiyor; evde kir pas içinde oturduğunu, küller içinden bezelye taneleri ayıkladığını sanıyorlarmış. Prens kıza doğru gelmiş, elinden tutmuş, onunla dans etmiş. Bir daha da kızın elini elinden ayırmamış. Artık kimseyle dans etmek de istememiş. Bir başkası gelip
de onu dansa kaldırmak isterse: "benim dans arkadaşım bu!" dermiş. Kız akşama kadar dans etmiş. Sonra eve dönmek istemiş. Fakat Prens:
- Seninle birlikte geleceğim! demiş.
Anlaşılan, kimin kızı olduğunu öğrenmek istiyormuş. Kız bir kolayını bulup oradan sıvışmış, güvercinliğe girmiş. Prens beklemiş durmuş. Babası gelince yabancı bir kızın güvercinliğe girdiğini söylemiş. Yaşlı adam içinden "sakın bu kız kül kedisi olmasın?" demiş. Güvercinliği yıkmak için kazmayla balta getirmiş ama içinde kimseyi bulamamışlar.
Kadınla kızları eve döndükleri zaman kül kedisini kirli giysileriyle küller içinde yatar bulmuşlar. Bacanın içinde donuk ışıklı bir yağ lambası yanıyormuş. Kül kedisi güvercinliğin arkasından atlayıp kaçmış. Koşa koşa doğru fındık ağacına gitmişmiş. Orada güzel giysileri çıkarmış, mezarın üzerine koymuş. Kuş da bunları alıp götürmüş. Sonra soluk renkli entarisini giymiş, mutfağa girip küllerin yanına oturmuş.
Ertesi gün eğlenti yeniden başlayıp da evdekiler gidince, kül kedisi yine fındık ağacına koşmuş:
"Sallan, silkin minik ağaç!" "Üstüme altın gümüş saç!"
demiş. Bunun üzerine kuş, dünkünden daha gösterişli bir giysi atmış. Kız bu giysiyi giyip eğlenti yerinde görününce herkes güzelliğine parmak ısırmış. Prens de o gelinceye kadar beklemişmiş. Hemen elinden tutmuş. Yalnızca onunla dans etmiş. Başkaları gelip de ona dans önerdikleri zaman: "benim dans arkadaşım bu!" demiş.
Akşam olunca kız gitmek istemiş. Prens peşine takılmış. Hangi eve girdiğini görmek istiyormuş. Fakat kız yine sıvışmış; evin arkasındaki bahçeye girivermiş. Bahçede güzel, iri bir ağaç varmış. Üzerinde nefis armutlar sallanıyormuş. Kız, tıpkı dallar arasındaki bir sincap gibi, ağaca tırmanmış. Prens onun nereye gittiğini anlayamamış ama babası gelinceye kadar beklemiş:
- Yabancı kız sıvışıp gitti. Galiba armut ağacının tepesine çıktı! demiş.
Babası içinden: "Bu kül kedisi olmasın sakın!" demiş. Balta getirtmiş, ağacı devirmiş ama üzerinde kimse yokmuş. Mutfağa girdikleri zaman kül kedisini orada, her zamanki gibi, küllerin yanında yatar görmüşler. Çünkü kız ağacın öbür yanından inmiş, fındık ağacındaki kuşa gidip güzel giysileri teslim etmiş, kendi soluk renkli entarisini giymişmiş. Üçüncü gün üvey annesi, babası, kızkardeşleri evden çıkar çıkmaz, kül kedisi yine annesinin mezarına gitmiş, ağaca seslenmiş:
"Silkin, sallan minik ağaç!" "Üstüme altın gümüş saç!"
Bunun üzerine kuş kıza öyle bir giysi atmış ki, o güne kadar böyle süslü, böyle göz kamaştırıcı bir giysi kimsenin sırtında görülmemişmiş. Pabuçlar da som altından işlemeliymiş. Kız bu giysileri giyerek eğlenti yerine varınca, herkes şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememiş. Prens yine yalnızca onunla dans etmiş. Biri gelip ona dans önerse: "benim dans arkadaşım bu!" dermiş.
Akşam olunca kül kedisi gitmek istemiş. Prens de onu evine kadar götürmeye kalkmış. Fakat kız öyle bir koşmaya başlamış ki, oğlan peşinden yetişememiş.
Gel gelelim, prens bu kez bir kurnazlık düşünmüş: Bütün merdivenlere zift sıvatmış. Kız koşa koşa inerken sol ayağının pabucu bunlara yapışıp kalmış. Prens eğilip bu tek pabucu almış. Mini mini, cici bici, som altınla işlenmiş bir pabuç...
Ertesi sabah bu pabuçla birlikte adama gitmiş:
- Ayağına bu pabuç uyan kızdan başkasıyla evlenemem! demiş.
Bu sözleri işitince kızkardeşlerin ikisi de sevinmişler. Çünkü bunların ayakları pek güzelmiş. Büyük kız pabuçla birlikte odaya gitmiş, ayağına giymek istemiş. Annesi de yanındaymış. Fakat kızın baş parmağı bir türlü pabuca sığmamış. Bunun üzerine annesi kızına bir bıçak vermiş:
- Parmağını kes! demiş, kraliçe olunca zaten yaya yürümene gerek kalmayacak!
Kız parmağını kesmiş. Ayağını zorla pabuca sokmuş. Acıdan dişlerini sıka sıka dışarı çıkmış. Prense görünmüş. Bunun üzerine oğlan kıza nişanlısı gözüyle bakmış. Onu atına bindirmiş. Birlikte çıkıp gitmişler. Yolları mezarın yanından geçiyormuş. Oradaki fındık ağacının üstünde duran iki güvercin seslenmişler:
Pabuç çok dar, içi kanlı
Evde bekler öz nişanlı!
Oğlan kızın ayağına bakmış, kanlar aktığını görmüş. Atın başını çevirmiş... Bu uydurma nişanlıyı evine götürüp bırakmış. Asıl nişanlının bu kız olmadığını söylemiş.
Bu sefer öbür kızkardeşe pabucu giydirmek istemişler. Kız odaya girmiş. Parmakları rahatça pabuca girmiş ama topuğu fazla gelmiş. Bunun üzerine annesi bir bıçak vermiş:
- Topuğundan bir parçasını kes... Kraliçe olunca yaya yürümene gerek kalmayacak zaten!
demiş.
Kız topuğundan bir parça kesmiş. Ayağını zorla pabuca sokmuş. Dişlerini sıka sıka dışarı çıkmış, prense görünmüş. Oğlan kıza nişanlısı gözüyle bakmış. Onu atına bindirmiş. Birlikte çıkıp gitmişler. Fındık ağacının önünden geçerlerken, dallardaki iki güvercin seslenmiş:
Pabuç çok dar, içi kanlı
Evde bekler öz nişanlı!
Oğlan kızın ayağına bakmış, pabuçtan kanlar aktığını, beyaz çorabı kıpkızıl boyadığını görmüş. Atının başını çevirmiş... Bu uydurma nişanlıyı da evine götürüp bırakmış: "Bu da asıl nişanlı değil; başka kızınız yok mu?" demiş. Adam:
- Hayır demiş, yalnızca ölen karımdan kalan küçük, kılıksız bir kül kedisi var şurda... Ama o size nişanlı olamaz ki...
Prens bu kızı da yukarı yollamasını istemiş: Fakat anne:
- Hayır, hayır, demiş üstü başı pek kirli... Bu kılıkla görünmesi doğru değil!
Fakat oğlan kızı kesinlikle görmek istemiş. Bunun üzerine kül kedisini çağırmışlar. Kız önce ellerini, yüzünü yıkamış, temizlenmiş. Sonra içeri girmiş. Yerlere kadar eğilerek prensi selamlamış. Oğlan kıza sırmalı pabucu uzatmış. Kız bir iskemleye oturmuş. Ayağındaki kaba takunyaları çıkarmış, pabucu giymiş, pabuç ayağına tıpa tıp gelmiş. Kız doğrulup da prens yüzüne bakınca, bunun, dans ettiği kız olduğunu anlamış:
- İşte asıl nişanlım! demiş.
Üvey anneyle iki kızkardeş korkmuşlar, Öfkeden sapsarı olmuşlar. Oğlan kül kedisini atına bindirmiş. Birlikte çıkıp gitmişler. Fındık ağacının önünden geçerlerken iki beyaz güvercin seslenmiş:
Pabuç uygun, içi kansız, Nişanlındır işte bu kız!"
Kuşlar bunu söyler söylemez, uçup gitmişler. Kül kedisinin omuzlarına konmuşlar. Sanki
kızın mutluluğuna katılmak istiyorlarmış. Genç nişanlılar kiliseye giderlerken, üvey kızkardeşlerden büyüğü sağda, küçüğü solda yürüyormuş. Güvercinler bunların birer gözlerini gagalayıp oymuşlar. Dönüşte büyük kız solda, küçük kız sağda yürüyormuş. Bu kez de güvercinler öbür gözlerini gagalayıp oymuşlar. Böylece kızlar kötülüklerinin, ahlaksızlıklarının cezasını ömürlerinin sonuna kadar kör olarak çekip durmuşlar.
KURBAĞA KRAL YAHUT DEMİRDEN HEINRICH
grimm kardeşler , hikaye , hikayeler , KURBAĞA KRAL YAHUT DEMİRDEN HEINRICH , masal , masallar 0
by:Prayag Verma
KURBAĞA KRAL YAHUT DEMİRDEN HEINRICH
Evvel zaman içinde bir kral varmış. Bu kralın kızları pek güzelmişler. Ama en küçüğü o kadar güzelmiş ki çok şeyler görmüş olan güneş bile, ne vakit bu kıza rasgelse hayran olurmuş. Kralın sarayına yakın bir yerde büyük, karanlık bir orman bulunuyormuş. Bu ormanda yaşlı bir ıhlamur ağacının altında bir kuyu varmış. Pek sıcak günlerde prenses ormana gider; bu serin kuyunun başında otururmuş. Can sıkıntısını gidermek için de yanına bir altın top alır, havaya atıp tutarmış. Bu, kızın en sevdiği oyunmuş.
Gel zaman, git zaman... Günün birinde prensesin, havaya attığı altın topu eline düşmemiş, yere çarpmış, yuvarlana yuvarlara dosdoğru suya dalmış. Prenses topun arkasından baka kalmış. Top gözden kaybolmuş. Kuyu o kadar derin, o kadar derinmiş ki, dibi görünmezmiş. Bunun üzerine kız ağlamaya başlamış. Ağladıkça ağlıyor, bir türlü üzüntüsü yatışmıyormuş. Kız böyle hıçkırıp dururken biri kendisine seslenmiş:
- Neyin var, prenses? Öyle acı acı bağırıyorİçinden de şunları geçirmiş: "Ahmak kurbağanın saçmalarına da bak! Suda kendi gibilerin arasında oturup kuvak kuvak eder durur. Kurbağadan insana dost mu olurmuş?"
Kurbağa, kızın verdiği sözü duyunca, kafasını suya çekmiş, dibe dalmış. Bir süre sonra ağzında topla yüze yüze yukarı çıkmış, topu çayıra fırlatmış.
Prenses, en sevdiği oyuncağını yeniden görünce pek sevinmiş. Topu yerden almış, fırlamış gitmiş.
Kurbağa arkasından bağırırmış:
- Bekle, beni de birlikte götür... Ben senin gibi koşamam ki...
Fakat onun, gücü yettiği kadar kuvak kuvak diye bar bar bağırması ne işe yarar ki? Kız buna kulak bile asmamış, eve koşmuş. Zavallı kurbağayı unutuvermiş. Kurbağacık da yine kuyunun dibine inmiş.
Ertesi sabah, kız kralla, bütün saray adamlarıyla birlikte sofrada oturup altın tabağından yemeğini yerken mermer merdivenlerden şırıp şırap, şırıp şırap diye birinin çıktığını duymuşlar. Az sonra, bu gelen kapıyı vurmuş:
- Küçük prenses, kapıyı aç! diye seslenmiş.
Kız koşmuş, dışardakinin kim olduğunu görmek istemiş. Kapıyı açar açmaz karşısında kurbağayı bulmuş. Kapıyı hızla kapamış, sofraya dönüp yerine oturmuş ama korkudan da bitmiş. Kral, kızın yüreğini güm güm çarpar görünce:
- Neden korktun kızım, demiş, yoksa kapının önünde bir dev mi var, seni alıp götürmek mi istiyor?
Kız:
- Hayır, demiş, dev değil; pis kurbağa!
- Kurbağa senden ne istiyor?
- Ah babacığım... Dün ormanda kuyunun başında oturmuş oynuyordum. Altın topum suya düştü. Çok ağladım. Bu kurbağa onu çıkarıp bana getirdi. Üzerime çok düştüğü için ben de kendisini dost edineceğime söz verdim. Onun sudan çıkabileceğini hiç ummamıştım. İşte şimdi dışarda... İçeri girmek istiyor.
Bu arada kurbağa ikinci kez kapıyı çalıp seslenmiş: Kralın küçük kızı, aç kapıyı gireyim,
Dün kuyunun başında, serin suyun yanında
Bana verdiğin sözü tuttuğunu göreyim.
Kralın küçük kızı, aç kapıyı gireyim! Bunun üzerine kral:
- Verdiğin sözü tutmalısın, demiş, git, ona kapıyı aç!
Kız gitmiş, kapıyı açmış. Kurbağa hoplayarak içeri dalmış. Kızın peşinden sandalyesinin yanına kadar gelmiş; orada oturmuş:
- Kaldır beni, yanına al! diye seslenmiş. Kral buyuruncaya kadar kız aldırmamış.
Kurbağa sandalyeye çıktıktan sonra sofranın üstüne de alınmak istemiş. Sonunda sofraya çıkınca kıza:
- Altın tabağını yanaştır, birlikte yiyelim demiş.
Kız bunu da yapmış ama, seve seve yapmadığı görülüyormuş. Kurbağa şapur şupur yemeği yemiş. Fakat lokmalar kızın boğazına dizilmiş. Sonunda kurbağa demiş ki:
- Karnımı tıka basa doyurdum, yorgunum. Haydi beni odana götür... İpek yatağını düzelt de yatıp uyuyalım.
Prenses ağlamaya başlamış. Soğuk kanlı kurbağadan tiksiniyormuş. Ona dokunmaya cesaret edemiyormuş. Nasıl olup da güzel, temiz yatağında yatacakmış.
Fakat kral öfkelenmiş:
- Sıkıntılı zamanında sana yardım edenden tiksinmemelisin!
demiş.
Bunun üzerine kız kurbağayı iki parmağıyla yakalamış, yukarı götürmüş, bir köşeye bırakmış. Fakat kız yatağa girince kurbağa sürüne sürüne gelmiş:
- Yorgunum, demiş, ben de senin gibi rahat rahat uyumak isterim. Beni al, yoksa gidip babana söylerim.
O zaman kız fena halde Öfkelenmiş, kurbağayı tutup kaldırmış, olanca gücüyle duvara fırlatmış:
- Al sana rahatlık bakalım... Seni mundar kurbağa seni! demiş.
Fakat kurbağa yere düşer düşmez kurbağalıktan çıkmış; güzel gözlerinin içi gülen, bir prens olmuş. Babasının isteği üzerine de kızın sevgili dostu, kocası olmuş. O zaman, kötü yürekli bir cadının onu büyüleyerek bu kılığa soktuğunu kıza anlatmış. Ondan başka kimsenin kendisini kuyudan kurtaramayacağını söylemiş. Sabahleyin ikisi birlikte oğlanın ülkesine gitmeye karar vermişler. Sonra uyumuşlar.
Ertesi sabah, güneş onları uyandırdığı sırada sekiz kır at koşulu bir araba gelmiş. Atların başlarında beyaz devekuşu tüyleri varmış. Altın zincirlerle arabaya bağlıymışlar. Arkada genç kralın uşağı sadık Heinrich duruyormuş. Efendisi, bir kurbağa kılığına girdiğinden beri sadık Heinrich'in kalbi o kadar üzüntü içindeymiş ki, yüreği acıdan, kederden çatlayıp dağılmasın diye, kalbinin çevresine demirden üç çember koydurmuşmuş.
Araba genç kralı alıp ülkesine götürmek için gelmişmiş. Sadık Heinrich ikisini de kucaklayıp arabaya yerleştirmiş. Kendisi de arkadaki yerine oturmuş. Bu kurtuluştan dolayı çok seviniyormuş.
Bir parça yol aldıkları sırada Prens arkasında bir çatırtı duymuş; sanki bir şey parçalanmış gibiymiş. Bunun üzerine arkasına dönüp seslenmiş:
- Heinrich, araba mı kırıldı? Bir baksana!
- Merak etme hiç prens, korku gelmesin sana! Kuyunun dibinde bir iğrenç kurbağayken siz, Onulmaz acılarla kıvranırken kalbimiz Yüreğime sardığım çemberlerden biri bu!
Yolda bu çatırtı bir daha, bir daha olmuş. Her defasında prens araba kırıldı sanmış. Oysa bunlar, sadık Heinrich'in yüreğindeki çemberlerin kopup parçalanışıymış. Çünkü efendisi kurtulmuş, mutlu olmuşmuş.
Evvel zaman içinde bir kral varmış. Bu kralın kızları pek güzelmişler. Ama en küçüğü o kadar güzelmiş ki çok şeyler görmüş olan güneş bile, ne vakit bu kıza rasgelse hayran olurmuş. Kralın sarayına yakın bir yerde büyük, karanlık bir orman bulunuyormuş. Bu ormanda yaşlı bir ıhlamur ağacının altında bir kuyu varmış. Pek sıcak günlerde prenses ormana gider; bu serin kuyunun başında otururmuş. Can sıkıntısını gidermek için de yanına bir altın top alır, havaya atıp tutarmış. Bu, kızın en sevdiği oyunmuş.
Gel zaman, git zaman... Günün birinde prensesin, havaya attığı altın topu eline düşmemiş, yere çarpmış, yuvarlana yuvarlara dosdoğru suya dalmış. Prenses topun arkasından baka kalmış. Top gözden kaybolmuş. Kuyu o kadar derin, o kadar derinmiş ki, dibi görünmezmiş. Bunun üzerine kız ağlamaya başlamış. Ağladıkça ağlıyor, bir türlü üzüntüsü yatışmıyormuş. Kız böyle hıçkırıp dururken biri kendisine seslenmiş:
- Neyin var, prenses? Öyle acı acı bağırıyorİçinden de şunları geçirmiş: "Ahmak kurbağanın saçmalarına da bak! Suda kendi gibilerin arasında oturup kuvak kuvak eder durur. Kurbağadan insana dost mu olurmuş?"
Kurbağa, kızın verdiği sözü duyunca, kafasını suya çekmiş, dibe dalmış. Bir süre sonra ağzında topla yüze yüze yukarı çıkmış, topu çayıra fırlatmış.
Prenses, en sevdiği oyuncağını yeniden görünce pek sevinmiş. Topu yerden almış, fırlamış gitmiş.
Kurbağa arkasından bağırırmış:
- Bekle, beni de birlikte götür... Ben senin gibi koşamam ki...
Fakat onun, gücü yettiği kadar kuvak kuvak diye bar bar bağırması ne işe yarar ki? Kız buna kulak bile asmamış, eve koşmuş. Zavallı kurbağayı unutuvermiş. Kurbağacık da yine kuyunun dibine inmiş.
Ertesi sabah, kız kralla, bütün saray adamlarıyla birlikte sofrada oturup altın tabağından yemeğini yerken mermer merdivenlerden şırıp şırap, şırıp şırap diye birinin çıktığını duymuşlar. Az sonra, bu gelen kapıyı vurmuş:
- Küçük prenses, kapıyı aç! diye seslenmiş.
Kız koşmuş, dışardakinin kim olduğunu görmek istemiş. Kapıyı açar açmaz karşısında kurbağayı bulmuş. Kapıyı hızla kapamış, sofraya dönüp yerine oturmuş ama korkudan da bitmiş. Kral, kızın yüreğini güm güm çarpar görünce:
- Neden korktun kızım, demiş, yoksa kapının önünde bir dev mi var, seni alıp götürmek mi istiyor?
Kız:
- Hayır, demiş, dev değil; pis kurbağa!
- Kurbağa senden ne istiyor?
- Ah babacığım... Dün ormanda kuyunun başında oturmuş oynuyordum. Altın topum suya düştü. Çok ağladım. Bu kurbağa onu çıkarıp bana getirdi. Üzerime çok düştüğü için ben de kendisini dost edineceğime söz verdim. Onun sudan çıkabileceğini hiç ummamıştım. İşte şimdi dışarda... İçeri girmek istiyor.
Bu arada kurbağa ikinci kez kapıyı çalıp seslenmiş: Kralın küçük kızı, aç kapıyı gireyim,
Dün kuyunun başında, serin suyun yanında
Bana verdiğin sözü tuttuğunu göreyim.
Kralın küçük kızı, aç kapıyı gireyim! Bunun üzerine kral:
- Verdiğin sözü tutmalısın, demiş, git, ona kapıyı aç!
Kız gitmiş, kapıyı açmış. Kurbağa hoplayarak içeri dalmış. Kızın peşinden sandalyesinin yanına kadar gelmiş; orada oturmuş:
- Kaldır beni, yanına al! diye seslenmiş. Kral buyuruncaya kadar kız aldırmamış.
Kurbağa sandalyeye çıktıktan sonra sofranın üstüne de alınmak istemiş. Sonunda sofraya çıkınca kıza:
- Altın tabağını yanaştır, birlikte yiyelim demiş.
Kız bunu da yapmış ama, seve seve yapmadığı görülüyormuş. Kurbağa şapur şupur yemeği yemiş. Fakat lokmalar kızın boğazına dizilmiş. Sonunda kurbağa demiş ki:
- Karnımı tıka basa doyurdum, yorgunum. Haydi beni odana götür... İpek yatağını düzelt de yatıp uyuyalım.
Prenses ağlamaya başlamış. Soğuk kanlı kurbağadan tiksiniyormuş. Ona dokunmaya cesaret edemiyormuş. Nasıl olup da güzel, temiz yatağında yatacakmış.
Fakat kral öfkelenmiş:
- Sıkıntılı zamanında sana yardım edenden tiksinmemelisin!
demiş.
Bunun üzerine kız kurbağayı iki parmağıyla yakalamış, yukarı götürmüş, bir köşeye bırakmış. Fakat kız yatağa girince kurbağa sürüne sürüne gelmiş:
- Yorgunum, demiş, ben de senin gibi rahat rahat uyumak isterim. Beni al, yoksa gidip babana söylerim.
O zaman kız fena halde Öfkelenmiş, kurbağayı tutup kaldırmış, olanca gücüyle duvara fırlatmış:
- Al sana rahatlık bakalım... Seni mundar kurbağa seni! demiş.
Fakat kurbağa yere düşer düşmez kurbağalıktan çıkmış; güzel gözlerinin içi gülen, bir prens olmuş. Babasının isteği üzerine de kızın sevgili dostu, kocası olmuş. O zaman, kötü yürekli bir cadının onu büyüleyerek bu kılığa soktuğunu kıza anlatmış. Ondan başka kimsenin kendisini kuyudan kurtaramayacağını söylemiş. Sabahleyin ikisi birlikte oğlanın ülkesine gitmeye karar vermişler. Sonra uyumuşlar.
Ertesi sabah, güneş onları uyandırdığı sırada sekiz kır at koşulu bir araba gelmiş. Atların başlarında beyaz devekuşu tüyleri varmış. Altın zincirlerle arabaya bağlıymışlar. Arkada genç kralın uşağı sadık Heinrich duruyormuş. Efendisi, bir kurbağa kılığına girdiğinden beri sadık Heinrich'in kalbi o kadar üzüntü içindeymiş ki, yüreği acıdan, kederden çatlayıp dağılmasın diye, kalbinin çevresine demirden üç çember koydurmuşmuş.
Araba genç kralı alıp ülkesine götürmek için gelmişmiş. Sadık Heinrich ikisini de kucaklayıp arabaya yerleştirmiş. Kendisi de arkadaki yerine oturmuş. Bu kurtuluştan dolayı çok seviniyormuş.
Bir parça yol aldıkları sırada Prens arkasında bir çatırtı duymuş; sanki bir şey parçalanmış gibiymiş. Bunun üzerine arkasına dönüp seslenmiş:
- Heinrich, araba mı kırıldı? Bir baksana!
- Merak etme hiç prens, korku gelmesin sana! Kuyunun dibinde bir iğrenç kurbağayken siz, Onulmaz acılarla kıvranırken kalbimiz Yüreğime sardığım çemberlerden biri bu!
Yolda bu çatırtı bir daha, bir daha olmuş. Her defasında prens araba kırıldı sanmış. Oysa bunlar, sadık Heinrich'in yüreğindeki çemberlerin kopup parçalanışıymış. Çünkü efendisi kurtulmuş, mutlu olmuşmuş.
Masaloku.blogspot.com bir yazım paylaşım blogudur. Eğer siteki paylaşımlardan bir ya da birden fazlasının T.C. yasalarına aykırı olduğunu veya yayınlanmasında diğer yasal ya da etik engeller olduğunu düşünüyorsanız lütfen site yönetimi ile iletişime geçiniz
leventekce @ yandex.com
leventekce @ yandex.com
Masalların faydaları...
• Masallar, zor durumlarla başa çıkabilme, dinleme ve akıl yürütme becerilerini artırıyor.
• Dil gelişimine katkıda bulunuyor.
• Düşünce gücünün gelişmesini destekliyor.
• Çocuğun hayal dünyasını zenginleştiriyor.
• Dinleme ve akıl yürütme yetileri ile entelektüel birikimlerini geliştiriyor.
• Dil gelişimine katkıda bulunuyor.
• Düşünce gücünün gelişmesini destekliyor.
• Çocuğun hayal dünyasını zenginleştiriyor.
• Dinleme ve akıl yürütme yetileri ile entelektüel birikimlerini geliştiriyor.